21 Aralık 2011 Çarşamba

AH INGILTERE!

Beni bilenler bilir. İngiltere’ye, İngiliz edebiyatına, İngiltere’ye ait olan her şeye ama her şeye bayılıyorum. Günün birinde kendime ait bir evim olduğunda onu İngiliz Edebiyatı tadında döşemek ( Bu da ne demek diyenler aşağıdaki fotoğraflardan ne demek istediğimi anlayacaklar. Biraz sabır J) istiyorum. 

Hep radyomda Katie Melua çalsın, çayımı saat 17.00’de içeyim, elimden Charlotte Bronte, Mary Shelley kitapları eksik olmasın istiyorum.
Okulumu özlemem de bundandır. İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi koridoru bir başka kokar. Tüm duvarlarda Shakespeare’in, Charles Dickens’ın, Jane Austen’ın fotoğrafları vardır. Hocalar derse girip anlatmaya bir başladılar mı kendinizi Oxford’da bir sınıfta hayal edersiniz. Öyle güzeldir aksanları…
Neyse, uzatmayayım. Ben İngiltere’ye ve bu ülkeye ait olan her şeye bayılıyorum. Önceki hayat diye bir şey varsa da eminim ki orada doğdum. İşte bu nedenle İngiltere’yle bir şekilde bağlantısı olan ve içimi açan, beğendiğim bazı şeyleri sizinle paylaşmak istedim. Önden buyurun…




















Katie Melua - Just Like Heaven




Notting Hill her zaman en sevdiğim film, Jane Austen'ın Pride & Prejudice' u en sevdiğim roman, Just Like Heaven en sevdiğim şarkı, İngiltere de her zaman en sevdiğim ülke olarak kalacak...

Herkese sevgiler,
Z.

20 Aralık 2011 Salı

Ben Dün Bir Oyun İzledim 3

Uzun zamandır tiyatroya gidemiyordum. Oysa tiyatrodur, iyidir. Daha çok daha daha çok gitmek gerekiyor farkındayım.

Nitekim iki hafta önce soluğu Mecidiyeköy’deki Tiyatro Karnaval’da aldım. “Dur Bi Dakka” adlı oyunu izledim.  



Oyunda türkücü Salim Yavaş, bir meleğin hatasıyla vaktinden evvel ölmüştür. Öbür dünyada durum anlaşılınca, Salim itiraz eder, ancak meleklerin Salim’i geri gönderme çabaları sonuçsuz kalır. Çünkü Salim’i döven mafyalar öldüğünü anlayınca cesedi parçalara ayırıp yok etmişlerdir. Olayda bir de görgü şahidi olduğunu fark eden mafyalar, bu kişinin peşine düşüp, arabayla ezip kaçarlar. Görgü şahidi olan Ayhan Kara’nın bitkisel hayata girdiğini öğrenen melekler ise, bu hatalarını telafi etmek için Salim’in ruhunu, fişi çekilecek olan Ayhan’ın bedenine yerleştirmeye karar verirler. Onu öldürenlerden intikam almak ateşiyle başka bir bedene giren Salim’i ise bir sürpriz bekler. İşte zaten o sürprizdir oyunu inanılmaz eğlenceli ve komik kılan…

Elbette sürprizi anlatmayacağım. Bu oyuna gidin. Ne yapın edin gidin. Oyunculuklar şahane, gülme ise garanti… Benden söylemesi…

Not: Oyun Ocak ayında her Cuma Tiyatro Karnaval'da saat 20:30 da ...

Türk Erkeği ve Karikatürler

Ve karikatüristler Türk Erkeğini ele alır....







Çünkü Çok Fazla İyi Niyet Bazen Aptallıktır


Şu Twitter tuhaf bir mecra… 1000’in üzerinde takipçisi olan herkes kendini ünlü, 5000’in üzerindekiler de kendini Tanrı falan zannediyor. Ama asıl olay şu: birisine laf mı sokmak istiyorsunuz? Twitter imdadınıza koşuyor…  Muhtemelen laf soktuğunuz kişi o yazdığınızı okuyor, üzerine de alınıyor fakat günün birinde size hesap sorduğunda siz “Aaa yok canım. Ben onu senin için yazmamıştım” a getirebiliyorsunuz lafı… Eee kim kanıtlayabilir ki zaten o lafı, onun için yazdığınızı?

Facebook’ta aynı şekilde… Arkasından tonlarca laf ettiğiniz arkadaşınızı sırf nerede işe girdiğini, kiminle evlendiğini ya da hayatında neler olup bittiğini görmek için silmiyorsunuz. Oysa sokakta görseniz, yolunuzu değiştiriyorsunuz… Fotoğrafının altına “Başarılarının devamını diliyorum.” yazarken, aslında içten içe işinden kovulmasını istiyorsunuz.

Herkes sahte, herkes ikiyüzlü… Erkekler arasında bu ikiyüzlülerden bolca olsa da asıl kazan kadınların arasında kaynıyor. O nedenle etrafınızdaki üç beş dostunuza hakikaten sarılın, bırakmayın. Etraf sizin mutsuzluğunuzla mutlu olan, üzüntünüzde gözünden bir damla yaş gelmeyen tuhaf insanlarla dolu…

2012’de benim için zaman, temizlik zamanıdır. Hayatımda negatif enerjisiyle beni yoran, birkaç kere arkamdan konuştuğunu duyduğum ama belki de ben yanlış anlamışımdır dediğim herkese ama herkese koca bir bye bye diyeceğim.  Gerçekten çok sevdiğim insanlara, onları ne kadar çok sevdiğimi her fırsatta dile getirmeye de kararlıyım. Üstelik eskisi kadar alttan alan bir Zeynep olmayacak artık. Hayır, alıngan bir tip olmayacağım ama aşırı iyi niyetli olma halinden de bir an önce kurtulacağım.

Çünkü çok fazla iyi niyet bazen aptallıktır. Ben daha fazla aptal yerine konmak istemiyorum. Peki ya siz?
Herkese çok sevgiler,
Z.

22 Kasım 2011 Salı

İşi Ciddiye Bindirmek

Gelin hadi biraz dedikodu yapalım… Birkaç hafta sonra erkek arkadaşım askere gidecek. Yo, hayır birkaç haftadır süren bedelli askerlik muhabbetinden bahsetmeyeceğim. Benim bahsedeceğim şey daha çok askerlik ve kadın erkek ilişkileri üzerine…
Neden erkek arkadaşınız askere gitmeden önce etrafınızdaki herkes ama herkes “Eeee askere gitmeden önce aranızda bir şey yapmayacak mısınız?” diye sorar, merak ediyorum. O askere gidince ben kaçıyor muyum ya da erkek arkadaşımın yokluğunda birileri beni kendine âşık etmek için türlü türlü planlar yapıp uygulamaya mı geçecek? Diğer bir deyişle herkes üzerime mi atlayacak ve ben de uzun zamandır onları bekliyormuşum gibi sevgilimi terk mi edeceğim? Elbette ki HAYIR.
Ya da farklı bir pencereden bakalım… Erkek arkadaşım askere gitmeden önce burada yüzük takarsak, yani büyüklerin tabiriyle işi ciddiyete bindirirsek, o askere gittiğinde içi daha mı rahat edecek? Oh, Zeynep’in parmağında yüzük var kimse ona yaklaşamaz, asılamaz vs. diye mi düşünecek? Komik olmayın lütfen.


Peki ya ben? “İş ciddiye bindi yüzüğü de taktım, artık araya soğukluk falan giremez benden ayrılamaz mı diyeceğim?”  Bakın daha da komik oldunuz.
Hepiniz çok iyi biliyorsunuz, aslında işler öyle yürümüyor. Yani aldatmak isteyen parmağında yüzük varken de yapıyor, ayrılmak isteyen isterse evlenmiş olsun yine ayrılıyor.  Yani askere gitmeden önce “işi ciddiyete bindirmek” iki insanın hem kendisine hem de karşısındakine güvenmemesinden ileri geliyor bence.
Askere de gitsen, iş için yurtdışına da çıksan hatta arka sokaktaki arkadaşına da gitsen kız arkadaşına güvenmediğin takdirde istersen bütün parmaklarını yüzükle donat ne sen rahat edersin, ne de o…
Sizin anlayacağız yüzük=güven demek değildir. Güvenmek içten gelen bir şeydir, öyle metal bir halka parçasıyla falan olmaz.

Siz ne dersiniz?
Not: İleride bir gün evleneceksem, altı ay içerisinde her şey olup bitsin isterim. “Sözlüm” kelimesi, uzun süren nişanlılık dönemleri hiiiiç bana göre değil :=)
Çok sevgiler,
Z.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Tavuk Suyuna Çorba

Geçenlerde dergi için bir yazı hazırlarken başarı öykülerinin yer aldığı kitapları araştırmam gerekti. O anda aklıma ortaokul yıllarımda bir sahaftan tesadüfen aldığım, sonrasında ise elimden düşürmediğim Tavuk Suyuna Çorba serisi geldi.

İçerisinde birbirinden güzel, ders verici, hayata dair öğretiler çıkarabileceğiniz onlarca yaşanmış hikaye barındıran bu kitaplara bayılırdım. Dışarıda, buz gibi havada evinize geldiğinizde bir tas sıcacık tavuk suyuna çorba nasıl içinizi ısıtırsa ya da grip olduğunuzda bir tas sıcacık tavuk suyuna çorba nasıl size güç verirse; bu kitabın içerisindeki hikayelerde öyle içinizi ısıtıyor ve size hayata daha sıkı tutunmak için güç veriyor.


Amerika'da uzun yıllar en çok satanlar listesinde yer alan bu kitaplardan mutlaka edinin. Kendinizi güçsüz ve çaresiz hissettiğiniz ya da hayattan bıkıp herşeyin boş olduğunu düşündüğünüz anlarda, içerisindeki öyküler size ilaç gibi gelecek. Üstelik çok daha hoşgörülü olmayı da öğreneceksiniz.


Ben neredeyse tüm serisini okumuştum bu kitapların. Fakat burada en çok etkilendiğim öykülerden birini sizinle paylaşacağım. Muhtemelen internette ya da gazetelerde çoktan okumuşsunuzdur, bilemiyorum. Fakat bir mucize eseri hala okumadıysanız, lütfen sonuna kadar okuyun. Pişman olmayacaksınız...


                                                                 KURABİYE HIRSIZI          
-Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında, uçağın kalkmasına uzunca bir zaman vardı. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp, kendisine oturacak bir yer buldu.
Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki,
Ama yine de yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde aralarında duran paketten birer birer kurabiye aldığını görebildi, her ne kadar görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken, gözü saatteydi, ama "kurabiye hırsızı" yavaş yavaş tüketiyordu kurabiyelerini.

Kadının kulağı saatin tik taklarındaydı, fakat yine de bu tik taklar sinirlenmesini engellemiyordu.
Ve bir yandan da şöyle düşünüyordu kendi kendine, "Kibar
bir insan olmasaydım, morartırdım şu adamın gözlerini!"
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca "Bakalım şimdi nE yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam yüzünde asabi bir gülümsemeyle, uzandı sokurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.
Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!"
Kadın hayatında hiç bu kadar sinirlendiğini hatırlamıyordu.
O sırada Uçağının kalkacağı anons edildi. Bir iç çekti rahatlamayla.
Eşyalarını toplayarak çıkış kapısına yürüdü,
Dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na.

Uçağa bindi.
Rahat koltuğuna oturdu,
Ve bitmek üzere olan kitabına uzandı.
Çantasına elini uzattığında, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Gözlerinin önünde bir paket kurabiye duruyordu !
Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve adam kendi kurabiyelerini benimle paylaştı!"
Özür dilemek için çok geç kalmıştı,
Kaba ve cüretkar olan,"kurabiye hırsızı" kendisiydi aslında...

Dediğim gibi bu öykü en çok bilinen Tavuk Suyuna Çorba Öyküsü:) Fakat ben bundan böyle her ay, bu kitaplardaki öykülerden en az bilinenlerini sizinle burada paylaşıyor olacağım. Herkese harika günler dilerim.
Sevgiler,Z.

30 Eylül 2011 Cuma

Brezilya Fönü Ne Müthiş Bir Şeymiş!

Doğduğumdan beri saçlarım kabarıktır benim. Bazen banyodan çıkınca şans eseri kıvır kıvır olur, bazense ne yaparsam yapayım bir türlü şekle girmez. Denizden çıkarım kabarır, yağmur yağar kabarır, güneş açar kabarır. Yani lanet olasıca saç üşenmez, kabarmak ve bozulmak için tüm şansları zorlar.

İşte bu nedenle, tam 4 yıldır, gün aşırı saçıma press uyguluyorum. Saçım düzleşiyor düzleşmesine ama bir o kadar da kırılıp dökülüyor. Üstelik gün aşırı uyguladığım için de bu işlem çoğu zaman bana işkence gibi geliyor.

Pardon geliyor-du. Bu noktada di'li geçmiş zaman kullanmam gerekiyor. Çünkü geçen gün artık canıma tak etti ve Grupfoni'de rastladığım bir kampanyayla Brezilya Fönü uygulaması satın aldım. Başlangıçta elbette ki bir tedirginlik yaşadım. O kadar ki; annem, babam ve abim banyodan çıktığımda saçımın ne şekilde olacağıyla ilgili iddiaya dahi girdiler. Abime göre boşuna para vermiştim, babama göre ise saçım düz olacaktı ama biraz hayalkırıklığına uğrayabilirdim.

Bu baskıyla banyo yaptım ve çıkıp saçımı fön makinasıyla kuruttum.

Sonuç mu?

Saçım resmen dümdüz oldu.


Düz saçlı halimden bir kare:)

Kabarık ve şekil almayan saçlardan muzdarip olan herkese Brezilya Fönü'nü şiddetle öneriyorum. Gerçekten banyodan çıkıp press yapmadan sokağa çıkmak müthiş bir duyguymuş, tatmanız gerek.

Farkındayım biraz şampuan reklamı tadında bir yazı oldu bu ama idare edin :)

Son olarak Brezilya Fönü'nün çevremdeki insanlar üzerinde yarattığı olumlu etkileri de paylaşıp gideyim.

Annem: Artık press yapmadığım için saçlarım dökülmüyor ve bu en çok annemi mutlu ediyor.
Erkek arkadaşım: Banyo yapıp saçımı düzleştirmem uzun vakit aldığı için kimi zaman kapıda beklemek zorunda kalan erkek arkadaşımın kapı önünde bekleme süresi bir hayli azaldı.
Abim: Her press yaptığımda "Yine mi kafa ütülüyorsun Zeynep" esprisini bir süreliğine rafa kaldıracağı için çok mutlu:)
Babam: Press elektriği çok çeken bir alet ve bu nedenle babam elektrik faturalarında ciddi oranda düşüş bekliyor.
Arkadaşlarım: "Yağmurda yürüyemem saçım kabarır!" kaprislerimden kurtuldukları için çok mutlular:)

Yani sizin anlayacağınız bir taşla bir sürü kuş vurdum! :)

Herkese Sevgiler,
Z.

29 Eylül 2011 Perşembe

Önyargılarınızdan Kurtulun! Hemen, Şimdi!

Dikkatinizi çekmiştir. Bugün pek çok blogger HIV/AIDS ile yaşayan insanlar için elele tutuştu, birbirinden anlamlı fotoğraflar çektirdi ve bu virüsü taşıyan insanların da aslında birer "insan" olduğunu gözümüze gözümüze sokmak için kolları sıvadı.

Bu hareketin öncülerinden ve en yakın arkadaşlarımdan biri olan Miray Uçar, uzun bir süre önce bana bu projeden bahsettiğinde çok heyecanlanmıştım. Blogger'ların gücünü bildiğimden bu işin çok ses getireceğine ve bu anlamlı konunun insanların dikkatini çekeceğine de emindim. Nitekim öyle de oldu. 1-15 Ekim tarihleri arasında Taksim Metro İstasyonu Talimhane çıkışında sergilenecek olan bu fotoğraflar daha şimdiden pek çok İnternet sitesinde ve hatta gazetelerde yer almaya başladı bile...







Aslında yapılan iş çok büyük. O kadar fazla insan cinsellikte korunmanın gerekliliğinin farkında değil ki... Eminim pek çok erkek prezervatif kullanmamayı erkekliğin şanından sayıyor ve kızlar da bu konuda yeterince katı davranamıyor.

Yine aynı şekilde o kadar fazla insan AIDS'in aslında ölümcül bir hastalık olduğunu ve dokunarak, öpüşerek ya da aynı ortamda bulunarak bulaştığını düşünüyor ki...

Oysa HAYIR! AIDS öyle dokunmayla, konuşmayla,öpüşmeyle bulaşmıyor.

Gelin siz de önyargılarınızı bir kenara atın ve bu insanların sosyalleşme, yuva kurma, iletişime geçme yani kısacası yaşama haklarını ellerinden almayın.

Ve tabiki siz de gidip hemen bir HIV/AIDS testi yaptırın. Yukarıda saydığım sebeplerden dolayı, olur da "pozitif" çıkarsa da korkmayın... Hayata POZİTİF bakın, emin olun herşey daha güzel olacak...

Fotoğraflar: Dilan Bozyel
Kurucu Bloggerlar: Miray Uçar & Styleboom
Katılan Bloggerlar: Pucca, Ceri Levis , Onur Yuksel, Koray Caner, Serapla Moda, Zet Fashion, Cindrella Under The Umbrella, Moda Cadısı, Modenise, Atgotten, Kim Lan Bu Hayatimin Erkegi, Pipi Disko, French Oje, Twitdayı ,Can Direkli, Alışveriş Cini, Fashion By Siu, Bilun Şen, Stilize, Styleboom, Miray Uçar
http://www.sorumlublog.com/
http://www.pozitifyasam.org/

Sevgiler
Z.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Pop Müzik Dinliyorsan Aptalsın Demektir

Hep söylemişimdir: bu ülkede rock müzik dinleyince kültürlü göründüklerini, "diğerleri"nden farklı düşündüklerini ve pop müzik dinleyenlerle kıyaslanamayacak kadar da cool olduklarını zannedenler var. Yani diğer bir deyişle; rock müzik dinleyenler akıllı ve kültürlü, pop müzik dinleyenler ise tam bir gerizekalı.

Hele bir de Serdar Ortaç dinliyorsanız yandınız, bittiniz... Bi zahmet köprüde inip intihar ediniz.

Yanlış anlaşılmasın ben Serdar Ortaç dinlemiyorum. Özellikle son albümlerini de çok vasat buluyorum. Ama eski albümlerinden bir kaç sevdiğim şarkısı da yok değil. Ve ben buna rağmen gerizekalı değilim.

Haydi başka bir pop müzik sanatçısından bahsedelim. Farzı mishal Tarkan. Kim bu adamın sanatına laf edebilir? Kim Tarkan nedir yahu, ses mi var onda diyebilir? Bana göre hiç kimse... Ama yok arkadaş, Tarkan dinliyorsan da tam bir aptalsın bu ülkede...

Ne kadar saçma bir mantıktır bu. İnsanları okudukları kitaba, üniversiteye ya da dinlediği müziğe göre yargılamak... Örneğin Yeditepe Üniversitesi özel okul olduğu için ve genel anlamda puanı devlet üniversitelerine oranla daha düşük olduğu için, devlet okullarının öğrencileri yargılar buraya giden insanları. Kimilerinden duymuşumdur "Amaaan Yeditepe'de mi okuyor? Zeki değil o zaman." tarzı cümleleri.

Ben kendi okulumda, İstanbul Üniversitesi'nde, kendi sınıfımda ne aptallar tanıyorum sizin haberiniz var mı? Ve yine ben, Yeditepe'ye giden ne kadar zeki iç mimarlar, hukukçular, moda tasarımcıları ve diş hekimleri tanıyorum, bir bilseniz...

Yani demem o ki, bu ülkede herşeyi insanların önyargıları belirliyor. Teoman dinleyen kültürlü sanılıyor, Yaşar dinleyen "Aman ne salak!" oluyor. ÖSS'de heyecanlandınız, stres yaptınız, düşük puan aldınız ve özel okula gittiniz. Yine gerizekalı sıfatı size yapıştırılıyor. Yani insanlar önyargılarından, saçma mantıklarından bir türlü vazgeçmiyor.







Ben Türk Sanat Müziği'ne bayılıyorum, Tarkan konserine gidiyorum, Jazz Müziğ' ölüp bitiyorum, an geliyor Serdar Ortaç'ın eski şarkılarını da dinliyorum. Müzik bir keyif meselesidir. Kimisi klasik müzikten alır o keyfi, kimisi metal müzikten, kimisi ise jazz'dan.

Sonuçta müzik hayatta yaşadığınız anları güzelleştirmek içindir. Bırakın herkes o anları istediği gibi zenginleştirsin. Bu onları daha aptal ya da zeki yapmaz. Hele hele kültürlü ya da cahil hiç yapmaz. Aynı şekilde bir insanın okuduğu okul (elbette ki istisnalar vardır ama...) da onun zekasını göstermez. Zira bence
önemli olan hayattaki başarıdır okuldaki değil...

Ne zamandır bu konuyla ilgili içimi dökmek istemiştim, kısmet bugüneymiş. Oh rahatladım valla...

Neyse ben de Serdar Ortaç'tan  " Seni Çöpe Atacağım Poşete Yazık" adlı şarkıyı açayım. ( Şaka şaka) :)

Herkese bol müzikli günler,
Z.

23 Eylül 2011 Cuma

İşte Bunu Seviyorum!

Geçtiğimiz aylarda nefret ettiğim şeyleri bir bir kaleme almıştım ya, heh şimdi de şu hayatta en sevdiğim şeyleri yazayım dedim. O halde başlıyorum...

İngiltere'yi...
Edebiyatı, okumayı, yazmayı...
Duvar kağıtlarını...
Notting Hill filmini ve de onun soundtrack'ini ( 20 küsür kere izlemişimdir bu filmi)
Kışın, dışarıda kar yağarken sinemaya gitmeyi, çıkışta ise sıcacık kestane yemeyi...
Filtre kahveyi...
Jazz müziği ( Norah Jones, Tony Bennet, Ella Fitzgerald ve Michael Bubble favorimdir)...
Kız arkadaşlarımla içki içip sapıtmayı, herşeye ama herşeye kahkalarla gülmeyi...
Votkanın Redbull'lu olanını...
Arnavutköy'deki Takanik adlı minik balıkçıyı...
Ailemi...
Blog'umu:)
Yeni yerler keşfetmeyi...
Burger King'in Ranch Sosunu...



İnançlı olmayı...
Fenerbahçe'deki Happy Moon's u ve bu keyifli mekanın Honey Mustard Sosunu ( Mutlaka burada bu sosu deneyin. Mutlaka... )
Çiçeklerden laleyi ve fulyayı...
Vapurla Avrupa Yakası'na geçmeyi...
Sıcacık poğaçayla yapılan kahvaltıları...
Fön çektirmeyi...
Esmer olmayı...
Shakespeare'i ve en sevdiğim oyunu Othello'yu...
Beşiktaşı...
Şener Şen'i...
Siyah göz kalemini...
Sevdiğim şarkıları ağbimin sesinden dinlemeyi (bknz
Derbi maçlarını...
Evimizde kurulan rakı sofralarını...
Early Grey çayı...
Kitap ayraçlarını, ingiliz usulü çay fincanlarını...
Gece yapılan uzun yolculukları...
İstanbul Üniversitesi'ni...
French ojeyi...
Nargile içmeyi...
Kuzenlerimi...
Erkek arkadaşımı...
Ve ailesini..
Bir espriyi sakız gibi uzatmayı...
Erkek çocuklarını... ( Yalnız mümkünse 2-3 yaşında olsunlar:) )
Şayeste yengemi... ( Bir tanedir o birtaneeee)
Kruvasanı...
Yağmurlu bir havada üzerime battaniyeyi çekip uyumayı...
Güneşli havada ise klimayı açıp uyumayı:)
Güneşlenmeyi...
Alışveriş yapmayı...
Başarılı olmayı...
Dior'un Addict parfümünü..
Nivea'nın vişneli lipstick'ini...
Moschino'nun UOMO erkek parfümünü...
İzlediğim bir film ya da kitap hakkında saatlerce yorum yapmayı ( okuldan gelen bir alışkanlık):)
Neşeli Günler ve Bizim Aile filmlerini sayısız kez izlemeyi...
Türk Sanat Müziği'ni...
Karamelli dondurmayı...
İri yüzükleri...
Yeşil eriği...
Hayal kurmayı ama daha çok onları gerçekleştirmeyi...
Yeni insanlarla tanışmayı...
Girdiğim her ortamda en çok konuşan olmayı...
Babamla playstation oynamayı...
Ayşe Kulin'i ve Virginia Woolf'u...

Ve son olarak bu blog'u takip eden, yorumlarını da esirgemeyen siz blogger'ları çok ama çok seviyorum:)

Sevgiler,
Z.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Ben Döndüm.

Tam 16 Haziran'dan beri yazmamışım. Küçükken de böyleydim ben. Günlük tutmaya başlardım, bir kaç ay yazardım sonra bir bakardım ki aylardır yazmamışım.

Hoş, o zamanlar anlatacak çok hikayem de yoktu aslında. Hergün okuldan eve, evden okula süregelen, ara sıra amcalara dayılara gidilen, bir kaç yakın arkadaşın doğum gününde eğlenilen rutin bir hayatım vardı ne de olsa:) Sınavdan pekiyi alırdım, gelip onu yazardım. Okulda hoşlandığım çocuk benden silgimi isterdi, yine gelip onu yazardım.



Şimdiyse herşey farklı. "Hohohoo şahane bir hayat yaşıyorum, bir gün o partide ertesi gün şu partideyim!" durumu yok elbette ama yine de her günüm ayrı bir atraksiyonla geçiyor.

Mesela bugün yakın arkadaşlarımdan birinin on güne kadar evleneceğini öğrendim. Kabaran saçlarımın beni daha fazla delirtmesine dayanamayarak Brezilya fönü yaptırmaya karar verdim ve kuaförden randevu aldım. Dockers tarafından eğlenceli olacağını düşündüğüm bir lansman partisine davet edildim. Kendime yeni bir kitap satın aldım ve daha ilk sayfasından onu çok sevdim. Röportaja gittim ve Esquire'ın Kasım sayısında yer alacak yeni bir ünlü isimle tanıştım.  

Eh, yazacak birşeylerim varmış demek ki... E peki bu uzun süredir yazmama olayım nedir benim?

Hemen söyleyeyim: iş hayatı.

Hele bir de işiniz yazı yazmaksa; evet bu durumun nedeni, kesinlikle iş hayatı.

Ama olsun en azından sevdiğim işi yapıyorum diyerek bu konuyu burada kesiyorum. Ben geri döndüm.Vallahi döndüm.

İnanmıyorsanız yarın da bloğuma uğrayın. Yeni bir yazı göreceksiniz. Yemin ederim ki... :)

Herkese sevgiler,
Z.

16 Haziran 2011 Perşembe

Nefret Ediyorum


Haydi başlayalım:)
Sevgili uğruna arkadaşlarını satan kızlardan...
Verdiğim bir kitabı kendi malıymış gibi katlayan, yırtıp mahveden arkadaşlardan...
Facebook ve Twitter'da, gittiği yerde çok eğlenmese bile "wouw çok eğleniyoruz @bilmem neresi" yazan insanlardan...
Rock müzik dinlendiğinde entel, pop müzik dinlendiğinde ise boş beyinli yakıştırması yapan zihinlerden...
Kendisini öven ukalalardan...
Gece yatağına yattığında o gün ödediği paraları hesaplayıp iç geçiren cimrilerden...
Fenerbahçe'den...
Metrobüste koltuk kapmak için birbirini ezen ayılardan...
Yolda yürürken laf atan kırolardan...
Mum ışığında, kemanlar eşliğinde edilen sözde romantik ama bence oldukça klişe olan evlilik tekliflerinden...
Zayıf olduğu halde "ayy kilo vermem lazım" diyen kadınlardan...
Görüşmek istemediğim insanlarla görüşmek zorunda bırakılmaktan...
Okuduğu okulun adını her cümlesinde geçiren insanlardan...
Fön çektirdiğimde yağan yağmurdan...
Bir erkek kendisine soru sorunca hemen kendisine asıldığını zanneden genç kızlardan...
Sigara içince büyüdüğünü sanan ergenlerden...
Garsona ukalaca davranan müşterilerden...
Bugün ne giydim temalı bloglardan...
Ayrıldığı sevgilisi hakkında atıp tutup, sonrasında o kişiyle barışabilen insanlardan...
Sevgilisine karım diye hitap eden kırolardan...
Trip atmaya bayılan arkadaşlardan..
Bir zamanlar kendilerininde genç olduğunu unutan ebeveynlerden...
Arabada emniyet kemeri takmamayı marifet sayan erkeklerden...
Ve bunlara aşık olan kızlardan...
Apartman görevlilerine bas bas bağıran komşulardan...
Ve yine apartman görevlilerini uşağı sanıp fatura yatırmaya dahi gönderen insanlardan...
Kısa mesafe diye size yapmadığını bırakmayan taksicilerden...
Minübüs yolunun sadece onlara mahsus olduğunu zanneden minübüs şoförlerinden...
Nilay Dorsa'dan ve boş beyninden...
Esra Ceyhan'ın her konuğuna yaptığı yalakalıklardan...
Feminizmin dozunu abartıp, bazen sırf muhalefet olmak için saçma sapan kadınları koruyan köşe yazarlarından...
Aziz Yıldırım'dan...
"Regliyim" demeye utanan kızlardan...
Peynirden...
Kediden...
Kısa kollu erkek gömleklerinden...
Evlenmeden önce porno cdleri olan fakat evlendikten sonra hanımefendi kesilen ünlülerden...
"Sevgilim izin vermiyor" cümlesini kuranlardan...
Kariyer planı olmayan ve koca parası yemeye meraklı genç kızlardan...
Evlenmeden yüzük takan çiftlerden...
Oruç tuttuğun için seni yadırgayan zihniyetten...
Sokakta sevgilinle sarmaş dolaş olunca namus bekçisi kesilen gerilerden...
Veeee...
Atatürk'e hakaret eden herkesten...
Nefret ediyorum.

"Sevdiğin birşey de yok mu yahu?" diyenlere... Yarın da sevdiklerimle buradayım:)

Sevgiler,
Z.

20 Mayıs 2011 Cuma

Büyük Birader Seni İzliyor!

George Orwell...
Tanır mısınız?
Kendimi bildim bileli kitap okumama rağmen, üniversitenin son yılında tanıştığım bu muhteşem yazar, hayatımda okuduğum en çarpıcı roman "1984" ile beni kendisine hayran bırakmıştı.


Okulda postmodern roman dersinde bu kitabı okuyacağımızı öğrendiğimde, ders çıkışı kitabı gidip almış, şöyle bir başını okuyunca da, kesin sıkıcı bir kitap diye sızlanmaya başlamıştım. Oysa okulda boş bir kitabın okutulmayacağını hatırlamam gerekirdi. Nitekim okumaya başlayıp bir 15 sayfa ilerleyince elimde tuttuğum bu romanın, diğerlerinden çok farklı olduğunu anlamıştım. Sonuçta, koskoca ingilizce kitabı, iki günde bitirdim, okula gitmeye dahi üşenen ben, bu romanın analizlerini yaptığımız dersleri kaçırmadım ve bir kez daha okuduğum bölüme hayran kaldım. Hal böyle olunca da üşenmedim, kitabı size tanıtmayı bir borç bildim fakat dersten hatırladığım yorumları bir başka yazıya sakladım. Ne de olsa; her bir sayfasında yorumlanacak pek çok öğe barındıran bu kitabın analizleri en az 3 post olur. O nedenle bunları da vakit bulur bulmaz paylaşacağımı hatırlatıyor ve kitabın konusuna geçiyorum. İşte 1984...

Kitap "Big Brother is watching you!" ( Büyük Birader seni izliyor) cümlesiyle başlıyor. Başlangıçta bunun ne demek olduğunu anlayamıyorsunuz ama bir kaç sayfa sonra bu büyük biraderin, ülkede hüküm süren totaliter rejimin başı olduğunu, ülkenin her tarafında tele ekranların ve mikrofonların yer aldığını görüyor; tüm bunların ise devletin, vatandaşlara bir paranoya yaşatarak, onları suç! işlemekten alı koyma çabası olduğunu farkediyorsunuz. Burada suçun yanına bir ünlem işareti koyuyoruz çünkü Orwell'ın yarattığı bu ütopik ülkede "suç" eşittir "herşey" demek. Örneğin; cinsellik suç, aşık olmak suç, hükümet hakkında bırakın olumsuz bir yorum yapmayı, aklınızdan olumsuz birşey geçirmek dahi suç. Zaten düşünce polislerinin kol gezdiği bu ülkede, düşüncenin kendisi en büyük suç.


İşte ülkenin her yerinde Büyük Birader seni izliyor yazılı pankartların asılı olması, insanların totaliter rejimin varlığını hatırlamaları için bir uyarı niteliği taşıyor. Tele ekranlar ve mikrofonlar arasında (evlerde dahi) sürekli izlendiğini düşünerek yaşayan ve bunu düşündüğünü belli etmemeye çalışan vatandaşlarda bu nedenle büyük bir korku ve paranoya baş gösteriyor. Çünkü etrafınızdaki herkes düşünce polisi olabilir ve yaptığınız ya da söylediğiniz herşey sizi ölüme götürebilir. Devlet insanlar üzerinde öylesine bir baskı kuruyor ve insanların beynini öylesine güçlü yıkıyor ki; bir gün küçüçük bir çocuk, babasının devlet hakkında söylediği olumsuz bir söz yüzünden, onu düşünce polislerine ihbar edebiliyor.


Ülkede hakim olan rejim öylesine baskın bir hal alıyor ki; dildeki sözcük sayısı azaltılarak, insanların birşeyi farklı yollardan anlatmaları engelleniyor ve düşüncenin sınırları çiziliyor.


Ve vatandaşların hiç biri bu duruma sesini çıkaramıyor, herkes olayların farkında fakat bir zamanlar zorla doğru olduğuna inandırıldıkları şeyleri artık onlarda benimsiyor. Neden? Çünkü büyük birader onları izliyor!

İşte geçmiş olayların kaydedildiği belgeleri, kitapları ve hatta gazeteleri partinin çıkarları doğrultusunda değiştirmekle görevli bir parti üyesi olan kitabın kahramanı Winston Smith, böylesine bir düzende yaşıyor. Ve artık içten içe bu baskıdan bıkan Smith, birgün işleyebileceği en büyük iki suçu işliyor: Düşünüyor ve aşık oluyor. Sonrasında ise...

Burada kesiyorum ve tüm kalbimle size yalvarıyorum: BU KİTABI OKUYUN! :)
Sevgiler,
Z.

17 Mayıs 2011 Salı

Assos'da Bir Tatlı Huzur

İş hayatının yoğun temposundan dolayı, bu bloğa bir türlü zaman ayıramıyorum. Oysa buraya yazamadığım zamanlarda o kadar çok keyifli olaylar yaşandı ki...

İşte Assos yolculuğum da bu keyifli olaylardan biriydi. İnanılmaz şirin bir motelde kalıp Assos'un harika köylerini gezdiğimiz bu keyif dolu geziyi burada paylaşmadan olmaz diyorum ve sizi fotoğraflarla başbaşa bırakıyorum. Keyfini çıkarın...

Fotoğraflar: Uluç Özcü


Motelimizin şirin bahçesi


Odalarımız bu şekildeydi


Herşeyin taptaze geldiği kahvaltımızın sadece ufak bir bölümü:)




Suyun berraklığına bakar mısınız?


Ziyaret ettiğimiz ilk köy


Gördüğüm en mükemmel kahve sunumu :)


Bu motele bayıldık!


Zeus Altarı'ndan bir görünüm



Assos'da bir iç mimarlık ofisi


Köyün yerlilerinden bir genç kız



Evin güzelliğine ne diyorsunuz?









Bu şirin köy bakkalında yok yok! Halis zeytinyağları, zeytinler, kekikler, sakız reçelleri ve dahası...



Karabaş :)


Esquire ekibinin bir bölümü:)


Assos Eczanesi



Umarım sizin de yolunuz bir gün Assos'a düşer ve bu keyifli yörede, bir tatlı huzur da siz yaşarsınız. Bu arada bu gezi sonrası bir de Çanakkale Şehitliği'ne uğradık, fakat artık o da başka bir yazıda...

Son olarak merak edenler için kaldığımız şirin motelin internet sitesi; Çiçekli Bahçe

Sevgiler,
Z.