28 Şubat 2011 Pazartesi

COSMOPOLITAN ve COSMOGIRL Mart Sayısındayım !

Evettt, evett tam da başlıkta okuduğunuz gibi bu iki dergide bu ay ben de varım :)

Cosmopolitan'da "Sevgiliyle Arkadaş Olmanın Sınırı Var" başlıklı yazımı 190,191 ve 192. sayfalarda bulabilirsiniz.

Bir zamanlar ergen bir genç kız iken elimden düşürmediğim Cosmogirl'de ise bir başka yazım sayfa 92 de yer almış.



Yani Mart ayı benim için güzel başladı, umarım bu yıl böyle devam eder. Tabi sizin için de :)

Sevgilerimle,
Z.

25 Şubat 2011 Cuma

Gerçek Hayatta Peri Masalları Nasıl Bitiyor ?

Sizde Cindrella'yı izleyip , "Ahh keşke o ayakkabı bana olsaydı, ne şanslı kız, kimbilir ne mutludur şimdi" diye iç geçirenlerden misiniz? Yada Pamuk Prenses'in Prensle evlenip mutlu mesut yaşadığını mı düşünüyorsunuz?

Uyuyan Güzel'in prensin bir öpücüğüyle gerçekten uyandığını ve harika bir hayat sürdüğünü düşünenenler de vardır eminimki. Hı hı o kadar kolaydı çünkü bir öpücükle uyanması. Koskoca lanet kardeşim bu , öyle hemen, bir kuru öpücükle geçiverir mi?

Siz şimdi bir de Kırmızı Başlıklı Kızın ormandan kurtulduğuna da inanmışsınızdır. Deniz Kızı 'nın denizlerden kurtulup vücuda geldiğine de, Güzel ve Çirkin'de ki Güzel'in hala o kadar güzel olduğuna da.

O zaman rica edeceğim bir silkelenin ve aşağıda sizin için sunduğum hayatın acı gerçeklerine bir göz atın. Hayat ne yazık ki o kadar toz pembe değil, saf olmayın :)


Cindrella


Prensle evliliklerinde sorun var herhalde.
  Pamuk Prenses
Aman ne güzel hayat :)
 
 Uyuyan Güzel 

Prens bile yaşlanmış, ahh canım öpünce uyanacak sanmıştın değil mi? Hayatın acı gerçekleri !

Kırmızı Başlıklı Kız

Kurttan kaçayım derken besili ineğe dönmemiş mi :)

Güzel ve Çirkin



Hayır sizin sandığınız gibi o hala güzel değil, yaşlandı ve estetik yaptırıyor :)



Deniz Kızı

Tek suçu aşık olmaktı.
Barbie



Gençken çok iyiydi ama kabul edelim .
 

Demem o ki,

Peri masalları diye birşey yok.

Hayatın gerçekleri var.

Benden söylemesi, Z.

24 Şubat 2011 Perşembe

Black Swan Muhteşemsin !

Bazı filmler vardır, bittiği zaman bir süre yerinizden kalkamazsınız. Her anı sizi içine çeker ve bittiği zaman kendi hayatınıza dönmekte biraz zorlanırsınız.
Gecen hafta özel gösterimde izlediğim Black Swan bende tam da bu etkiyi yarattı. Film harika işlenmiş bir psikolojik gerilimdi ve son zamanlarda izlediğim en muhteşem filmler arasına adını altın harflerle yazdırdı.
Natalie Portman 'a hayran oldum, filmin müziklerine bayıldım, yönetmen Darren Aronofsky 'i ise ayakta alkışladım.


Filmle ilgili henüz vizyona girmediği için izlemeyenler olduğunu düşünerek fazla yorum yapmak istemiyorum  o yüzden aslında söyleyecek çok şeyim olmasına rağmen şöööyle bir üzerinden geçmekle yetineceğim.

Nina o kadar saf, iyi niyetli ve narin bir kızdır ki, hocası ondan harika bir beyaz kuğu performansı beklemektedir ve zaten bunun böyle olacağından da emindir. Ama asıl sorun bu narin, hassas ve güzel kızın siyah kuğuyu oynamayı başarıp başaramayacağıdır. İşte burada sıkıntı vardır. Nina eğer bu rolü istiyorsa sıyah kuğuyu da aynı tutkuyla oynamak zorundadır fakat bunun ıcın ıcındekı, kendi benliğindeki karanlık tarafı bulması gerekmektedır.Ne yazık ki bunu bulması onun ıcın pek de kolay olmayacaktır.

Daha fazla ipucu yada açıklama yapmayayım işin heyecanı kaçmasın :) 

Peki o halde gelelim Natalie Portman'ın bu role nasıl hazırlanığı kısmına...


Sizinde bildiğiniz gibi Türk sinemasında, örneğin bir kadın yaşlı gösterilecekse , saçlarına beyaz bir peruk geçiriyorlar hoop oldu bitti, alın size yaşlı kadın. Fakat Hollywood 'da o kadın kalkıyor, saçını beyaza boyatıyor.

Yada bir adam mesela bir savaşçıyı canlandıracaksa, film çekilmeden en az bir yıl önce kılıç nasıl tutulur, nasıl dövüşülür bunların eğitimini alıyor. Bizimkilerin ise çözümü çok basit. Dublör :)


İşte bu nedenle Black Swan gibi, arkasında müthiş bir emek olan filmleri izledikten sonra, hele hele birazdan aşağıda okuyacağınız röportajda, Natalie Portman'ın bu rol için nasıl hazırlandığını öğrendikten sonra, Türk filmlerindeki özensizlikler hakikaten saman tadı veriyor.

Eminim okuyunca bana hak vereceksiniz. İşte Natalie Portman'ın, Black Swan 'ın Nina'sının, Phil Thompson'a verdiği röportajdan bir bölüm..


  *Dans sizin için bir hayalmiş, neden?

- 12 yaşına kadar dans ettim ve sanırım kafamda bunu idealize etmişim. Dans, konuşmadan kendini ifade etmenin en etkileyici yollarından biri. Hep dansla ilgili bir film yapmak istemiştim. Sonra Darren (Yönetmen Darren Aronofsky) bu inanılmaz fikirle geldi. Hem dans dünyasıyla ilgili bir film, hem gerçekten çok karmaşık bir karakteri -hatta biribirine geçmiş iki karakteri- canlandırmam gerekiyordu. Bu, benim için büyük fırsattı. Üstelik Darren, onun için her şeyi yapacağım bir yönetmen. Benim için çok heyecan verici bir çalışma oldu.


* Mila Kunis, dans eğitimi bittikten sonra yeniden fast-food yiyebilmenin onu çok mutlu ettiğini söyledi. Çalışmalar bittikten sonra siz ilk ne yediniz?


- Sanırım sabah, öğle, akşam makarna yedim, her zamanki gibi! (Gülüyor)
* Bu film bir dönüşüm hikâyesi. Siz de bu film için bir dönüşüm geçirdiniz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?


- Gerçekten zorlu bir süreçti ve çok büyük destek gördüm. Filmden bir yıl önce bale hocam Mary Helen Bowers’la çalışmaya başladık. İlk altı ay boyunca güçlenmem ve hazırlanmam için günde iki saat temel bale eğitimi aldım. Altı ayın sonunda günde beş saat çalışmaya başladık ve yüzmeyi ekledik. Günde bir mil yüzüyordum, sıkılaşma egzersizleri yapıyordum ve ardından günde üç saat bale eğitimi alıyordum. İki ay sonra buna koreografi de eklendi ve günde yaklaşık sekiz saat çalışmaya başladım. Bu bedensel disiplin, bana karakterin duygusal yönünü anlamamda çok yardımcı oldu. Balerinler gerçek bir derviş hayatı yaşıyor. Doğru düzgün yemek yiyemiyorsunuz, arkadaşlarınızla dışarı çıkmıyorsunuz, içki içmiyorsunuz ve sürekli kendinizi bedensel acıya mahkûm ediyorsunuz. Ben de bu hayatı yaşayarak balerinlerin kendilerini nasıl kamçıladıklarını bir şekilde anlamış oldum.

Demek istediğim işte tam da bu ! Bu kadın bu filmdeki muhteşem performansıyla bence kesinlikle aday olduğu oscarı alacaktır. O nedenle yarın vizyona girecek bu harika filmi ve Natalie Portman'ın olağanüstü performansını kaçırmayın derim.

22 Şubat 2011 Salı

24.Yaşıma Nasıl Girdim ?

14 Şubat Pazartesi benim doğumgünümdü. Arka arkaya gelen ölümlerden dolayı baya kötü günler geçirmiştim ve 24 yaşına girecek olmanın verdiği derin üzüntüyü de bu olumsuzlukların üstüne ekleyince doğumgünüm için bir kutlama yapmayı falan da düşünmedim.

O nedenle doğumgünümden bir gün önce erkek arkadaşımla buluştum, biraz dolandıktan sonra anneannesinin bizi yemeğe davet ettiğini öğrendim. Kalktık gittik.

Annesi, anneannesi, dedesi ve kız kardeşi ile birlikte oldukça güzel bir yemek yedikten sonra, birden bizimkisi ortadan kayboldu. 5 dakika sonra elinde iğrenç bir paketle çıka geldiğinde, gözlerindeki o muzur bakışlardan, kafasında birşeyler olduğunu anlamıştım.

Nitekim, tam da düşündüğüm gibi " Eveeett Zeynep doğumgünün şimdiden kutlu olsun." diye sırıtarak, elindeki garip hediye paketini bana doğru uzattı.

Müthiş bir sinir dolandı vücüdumda. Hediyesini herkesin ortasında vererek beni ne kadar zor duruma düşürdüğünün farkında mıydı bu çocuk ?!

İnanılmaz rahatsız olmuştum olmasına ama yapacak birşey de yoktu. Mecburen annesi, anneannesi, dedesi ve kızkardeşi yüzüme gülümseyerek bakarken, bende sevimli görünmeye çalışıp yavaşça paketi aldım ve bin tane teşekkür eşliğinde açmaya başladım.




Paketi açtığım anda yüzümün aldığı şekli gören erkek arkadaşım "Yaa beğenmediii " diye isyan etti.

Ben ise paketin içerisindeki, anahtarlık zincirini andıran, ucundaki taşı ile bir nebze olsun kolyeye benzemiş olan bu garip hediyeye bakakalmıştım.

Önce bir afalladım, karşımda annesi ve erkek arkadaşım gülüp duruyor, " Beğendin mi ?" diye de hevesle soruyorlardı.

Hiç beğenmememe rağmen zorla ağzımdan "Çok güzel" lafı çıktı.

Ve o anda Sarp kahkahayı patlattı.

Bu kahkahadan sonra "Acaba bana oyun mu oynuyor, gerçek hediyem bu değil mi?" diye düşünsem de, sizde takdir edersiniz ki, bir tepki veremedim. Tepki veremedim çünkü " Hediyem aslında bu değil değil mi?" diye ağzımdan çıkacak bir cümleye karşlılık, eğer, aslında hediyem tam da buysa düşeceğim durumu aklımın ucuna bile getirmek istemedim.

Nitekim Sarp kahkahalarla gülerken sanırım annesinin benim orda daha fazla kasılmama gönlü razı olmadı ve "Bu benim oğlum sana şaka yapmak istedi Zeynep'ciğim, kızmadın inşallah" diye beni rahatlatmaya çalıştı.

Ama tabi benden giden gitmişti, Sarp'a çok çok kızmıştım ve intikamım acı olacaktı.

Üzerimdeki ağır baskı ortadan kalkınca ve ben biraz rahatlayınca evden çıktık ve asıl hediyeme kavuştum.

Sonrasında ise beni harika bir süpriz bekliyordu.

Arabada Sarp "Hadi gel birşeyler içelim, öyle bırakayım seni eve" deyince kendimi Bağdat Caddesi'ndeki Cafe Pi' de buldum.

Veee

İçeriye girdiğimiz anda gözüme tanıdık yüzler çarpmaya başladı. Afalladım.

Gerçekten en sevdiklerim ( bazıları eksikti çünkü onlara haber gitmemiş ne yazıkki :S ) oradaydı ve ben, şaka gibi ama, ağlamaya başladım :)

Hayatımda hiçbir zaman sevinçten zıplamamıştım ve o gün, evet yine şaka gibi ama bir yandan ellerimi çırparak, bir yandan da çığlıklar atarak resmen sevinçten zıpladım. Nasıl plan yapmışlar, organize olmuşlar hiç ama hiç anlamadım.

Yani sizin anlayacağınız, bana her konuda ne kadar şanslı olduğumu hissettiren bir doğumgünü yaşadım bu yıl.

Hayatım boyunca asla ve asla unutmayacağım. Hepinizi çok ama çok seviyorum ! İyiki varsınız !

Ps: Sonradan en yakın arkadaşım Gözde'nin facebook mesajlarını karıştırırken bu msjı buldum. Sizinle de paylaşmak istedim. İnsanın böyle dostları olması gerçekten çok ama çok güzel, gerçekten çok sanslıyım ben yahu !


Miray Uçar February 9 at 4:43pm ReplyReport
Pek sevgili arkadaşlarım;


Bildiğiniz gibi 14 Şubat Zeynep'in doğum günü. Bu yıl Zeynep için birazcık zorlu oldu. Diyorumki bir süpriz yapıp bu kötü yılına güzel bir anı katalım.
Sizinde işinizi gücünüzü bırakıp Zeynebe doğum guunu planlamama yardım edersiniz diye düşünüyorum :)


Şimdi ne yapabiliriz, ne zaman yapabiliriz bir beyin fırtınası yapalım bakalım gelsin fikirler?


Gizzy bu mailde yok onada haber verin. Sarp tek erkek olarak seni koydum cc ye idare et :) dierlerine plan ypınca haber veririz :))))


Öperim hepiniziiii :)


Herkese bol dostlu, güzel süprizli doğumgünleri dilerim. Sevgiler, Z.

18 Şubat 2011 Cuma

Concha Buika Konseri ve Huzur

Siz farkında değilsiniz ama ben ne zamandır pek bir sosyaldim, yazmaya fırsat bulamadım, anlatamadım falan filan.

O halde şimdi anlatayım.

Geçtiğimiz haftalarda Cemal Reşit Rey'de Concha Buika konserine gittim. Bilmeyenler için Buika oldukça uzun süredir müzik ile uğraşan ve son olarak 2008 yılında çıkardığı albümü ile Latin Grammy Ödülü'nü almış, sesindeki tınının üstüne ses tanımadığım ispanyol şarkıcıdır.

Öyle bir ses ki ondaki, sanki hem 24 saattir aralıksız sigara içmiş de ses telleri zarar görmüş gibi, hem de aynı zaman da pürüzsüzmüş gibi. Biliyorum anlatamadım :) Ne demek istediğimi anlamak için lütfen bu postun sonunda paylaşmış olduğum şarkıyı dinleyin.
  
Sesinin insana huzur veren büyüleyici tonuna birde çıplak ayakları ile ettiği danslar ve neşeli tavrıda eklenince konser beklediğimden de iyi geçti. Yalnız bir ara şarkı aralarında içtiği içkinin etkisiyle biraz fazla bağırmaya başladı ki, o kısımlar konserin en çekilmez yanıydı.

Bunun yanında, konserde başıma ilginç bir olay da gelmedi değil. Postun sonunda paylaşmış olduğum şarkı benim en sevdiğim Buika şarkısıdır ve açık söyleyeyim en çok bu şarkıyı dinlemek için gitmiştim konsere.

Fakat o da ne ! Kadın bu şarkıyı söylemeden konseri bitirmesin mi? Hayır olamazdı. Kesinlikle birşeyler yapmalıydım. Ben böyle ne yapsam diye kafamda kurarken sevgili Buika salonda çınlayan alkışlara dayanamadı ve geri geldi. An bu andı, ya şarkıyı söylemesi için bağıracaktım , ya bağıracaktım :)



Alkışlar azalınca oturduğum yerde şöyle bir doğrulup, şahane! ispanyol aksanımla olanca gücümle bağırdım.

"La Falsa Monedaaaaaaaaaaaaaa"

Salonda bir sessizlik oldu, bütün kafalar bana doğru dönmeye başladı. Ben yavaşça koltuğumdan yere doğru kaymaya çalışırken, tam da o sırada kulağıma ilk ritim geldi.

Evet sesimi duymuştu, salonda birden büyük bir alkış koptu ve benim şaşkın bakışlarım arasında Buika, harika şarkısı La falsa Moneda'yı söyledi. Bilmiyorum farkettiniz mi ama insan ilişkilerim de böyle kuvvetlidir hani :)

Yani şarkımı söylettim, kulağımda o muhteşem tınıyla, yanımda en sevdiğim arkadaşlarımla ve içimde kaybolmasını istemediğim muhteşem bir huzurla evime döndüm.

Yaşasın Concha Buika ! Yaşasın sosyalleşmek !


12 Şubat 2011 Cumartesi

İLK ADIMI SİZ ATIN GİTSİN :)

Birkaç haftadır türk filmi tadında bir olay yaşıyoruz.

Yakın arkadaşlarımdan birisi, gittiği spor salonundaki yüzme hocasına aşık oldu, hem de ne aşık olma ! :)

Çocuk spor akademisini bitirdikten sonra, İstanbul'a gelmiş, minik bir ev tutmuş, aldığı düşük maaşın bir kısmını Ege'deki ailesine gönderirken, diğer kısmıylada burada standartların biraz altında bir hayat yaşayan çok temiz, çok efendi bir çocuk.

Arkadaşım ise, iki üniversite birden okumuş, oldukça varlıklı bir aileye sahip fakat oldukça da mütevazi, parasını insanın gözüne sokmayan, iyi niyetli  bir genç kız.

Yani ortada türk filmi tadında bir aşk yaşamak için gerekli zemin var.

Durun bitmedi. Dahası da var...

Kızımız yazın başlarında yazıldığı oldukça popüler olan bu spor salonuna gide gele, bu efendi yüzme hocasına aşık oluyor. Fakat bu durum çocuğun umrunda dahi değil. Arkadaşıma bakmıyor bile.

Bir süre sonra çocuğun yine aynı salondan başka bir spor hocasıyla çıktığını öğreniyoruz. Arkadaşım yıkılıyor tabii. O da ne yapsın bağrına taş basıyor, üyelerden tanıştığı başka bir çocukla, belki unuturum diye, çıkmaya başlıyor.

Aklında hala bizim efendi temiz çocuk var yalnız.

Bir süre olay böyle devam ederken, bizim efendi çocuk diğer kızdan ayrılıyor, ee  tabi arkadaşımda tekmeyi basıyor kendi çıktığı çocuğa.

Ve yavaş yavaş bu iki genç konuşmaya başlıyor, arkadaşım bizim ısrarlarımıza dayanamayarak çocuğu utana sıkıla sinemaya davet ediyor ve çocuk da bu teklife balıklama atlıyor.

Tabi biz şok oluyoruz. E bu çocuk değil miydi bizim kızı kaale dahi almayan, yüzüne bile bakmayan.

Sonradan öğreniyoruz gerçekleri.



Meğerse arkadaşım çocuk için ölüp biterken, o da aynı hisleri taşıyormuş, üstelik de bizim kızın asla ona bakmayacağını düşünmüş.

"Benim için hayaldi Zeynep. Arkadaşlarımın  hepsi ne kadar hoşlandığımı ilk günden beri biliyor ama hepsi  "Oğlum heveslenme, o kız sana bakmaz" diyorlardı. Açıkcası bende aynen böyle düşünüyordum, o yüzden sonradan üzülmemek için göz göze bile gelmeye cesaret edemiyordum"

Fazla söze gerek yok.

Bu iki genç şuan da çıkıyor ve her ikisi de inanılmaz mutlu.

Hayat gerçekten çok tuhaf. Hiç ummadığınız anda, hiç ummadığınız şeyler yaşıyorsunuz.

Bana asla bakmaz dediğiniz bir kız size aşık olabiliyor, belki de yıllardır hoşlandığınız o çocuk da sizin için içten içe ölüp bitebiliyor. Ama  işte ilk adımı bir şekilde atmak gerek. Utanmak sıkılmak yok.

Gidip yıllardır deli gibi hoşlandığınız o çocuğa " Senden hoşlanıyorum" demek sizden birşey alıp götürmez. Kimse size basit kız gözüyle de bakmaz.

En kötü sizinle olmayı istemez.

Peki ama ya isterse...

Bence denemeye değer, ya sizce ?

Sevgiler,
Z.


 -

90 'lı Yıllarda Diziler

87 doğumluyum ve haliyle 80 lerde 1, 2 ve 3 yaşında olduğum için o yıllara ait hiçbirşey hatırlamıyorum. Yani benim için hayat 90 ‘larda başlıyor...
O nedenle severek takip ettiğim bloglardan biri olan Dürr-i yekta , 80 leri ele alınca, bende 90 lardan dem vurayım dedim ;
İlk olarak 90 larda aklımızda yer etmiş dizilerle başlayalım
Çılgın Bediş (1996)



Pazartesi günleri okulun ilk günü olmasından dolayı oflaya poflaya kalkar, fakat akşam Kanal D ‘de Çılgın Bediş’in olduğunu hatırlayınca da inanılmaz sevinirdim. Yalnız Bediş’in toplamda 70 dakika civarı süren dizide neredeyse 20 dakika boyunca devam eden bir hayal kurma olayı vardı ki , Allah’ım işte o bölümlerden nefret ederdim. Hatta odama gidip, “Bediş’in hayali bitince beni çağırın.” dediğimde çok olmuştur :) Bir de tabii liseye giden bir genç kızı canlandıran Yonca Evcimik’in, o dönemde 33 yaşında olması hala bana enteresan gelir. Yine de o role göre baya yaşlı dursada, bu diziyi izliyor muyduk ? Evet izliyorduk, hem de bayıla bayıla.
Nasıl izlemeyelim, Banu vardı orda hem. O kadar güzel! oynardı ki, sırf onun muhteşem figürlü dansını izlemek için bile izlenirdi bu dizi :)Nitekim her bölümünü izlerdim, Banu’ya çok gülerdim hee bir de Oktay’ı hiç ama hiç beğenmezdim.

Süper Baba ( 1993)
Öyle bir müziği vardı ki, şuan bile nerede duysam tüylerim diken diken olur, bir garip hissederim. Gerçekten hayatım boyunca izlediğim en harika diziler arasında İkinci Bahar ile birlikte kendine geniş bir yer edinen bu diziyi de, Cuma akşamları izlemeye doyamazdım.


Fiko dayak yerdi ben ağlardım, Yakup dede silahını çıkarırdı korkardım  ve Sermet ‘i bitmek bilmeyen dedikodularına rağmen çok severdim.  Bu diziyle alakalı aklımda kalan en güzel şey ise Fiko ve Nihat’ın dostluğuydu. Sahi, ne güzel diziydi yahu.

Kara Melek (1996)
“Kahreder gözlerinin o masum bakışları karaaaa meleeeek” diye jenerik başlar ve ben mest olurdum .Sanem Çelik’in akla hayale sığmayacak entrikaları, Ece Uslu’nun haddinden fazla saf tavırları beni deli ederdi.  Yine de her Çarşamba akşamı benim için Kara Melek gecesiydi.

Böyle mi Olacaktı (1997)
Hatırlamak dahi istemediğim, üzerinden de 40 tane espri üretebileceğim, Sibel Can’ın içli sesiyle jeneriğini seslendirdiği şaheser ! :) Dizide her  kadın oyuncuya en az bir kere tecavüz edilmişti, hepsi akla hayale gelmeyecek trajik olaylar yasadı. Yanı bence dızı değil de kesinlikle 80 lerde çekilmiş bir türk filmi falan olmalıydı. Kısacası bu diziyi bir kaç kere izlemiştim ve tabir-i caizse nefret etmiştim, o nedenle pas geçiyorum.

Çiçek Taksi( 1995)
Artık bir aile gibi olan Çiçek Taksi durağının şoförlerinin başından geçen olayların anlatıldığı bu diziye de nedense bayılırdım. Celal’in başına gelen aksilikler, Ramço’nun babacan tavrı , tabi bir de Ömer’in üçkağıtçılıkları bu diziye dair ilk aklıma gelenler.  Unutmadan jeneriği de girelim;
Taksinin rengi buğday sarısı,
Çiçek Taksi durağı burası.... =)

Şehnaz Tango ( 1994)
Bu diziyi hiç izlemememe rağmen, herkes tarafından çok fazla sevildiğini ve reyting rekorları kırdığını hatırlıyorum. Eee Perran Kutman bu , başka ne bekliyordunuz ki?

Ve son olarak  kısa kısa diğer hatırladığım diziler,
Yılan Hikayesi ( Mehmet Ali Alabora’nın 5 kilo jöle ile yıkanmış saçları hala aklımdadır)
Üvey Baba ( Lamia’nın yediği dayaklar hangimizin psikolojisini bozmamıştır acaba )
Yalan Rüzgarı ( İnanmayacaksınız ama dizi hala devam ediyormuş =) ) Cıddıyım !
Zeyna ( Herkül’ün kız modeli )
Canısı ( Kırolukta son nokta )

Yani 90’lar güzeldi, o yüzden ben haftaya 90’larda pop müzik başlığıyla, bu postu devam ettiririm arkadaşlar, şimdiden söyleyeyim.
Sevgıler,
Z.

8 Şubat 2011 Salı

Hakem Hatalarına Benden Bir Adet Kırmızı Kart !

Bazen futbol aşkımdan dolayı erkek doğmalıymışım diye düşünüyorum. Nitekim geçtiğimiz cumartesi akşamı oynan Beşiktaş -K. Karabükspor maçında verilmeyen gölümüz yüzünden nasıl sinirlenip, bağırdığımı görseydiniz, siz de öyle düşünürdünüz.

Görme bozukluğu yaşayan bir insanın bile o topun kale çizgisini geçtiğini görmesi gayet olasıyken, nasıl saha içindeki bütün hakemler "GOL DEĞİL" diyebilir , çıldırmak işten değil.

Merak ediyorum bu ülkede teknoloji yok mu? Televizyonlar, telefonlar, telsizler ve hatta kameralar ne işe yarıyor?

Çok mu zor bir futbol maçında, eğer orta hakem yada yan hakemler bir pozisyondan emin değillerse, saha kenarında bulunabilecek bir ekrandan hemen kaydedilmiş görüntüyü izlemek?

Yada onlar körse, bir tane kör olmayan hakemi alıp, stadın içerisinde bir odaya oturtup, digitürkten maçı izlemesini sağlamak da mı çok zor? Saha içindeki hakemler baktılar ki, pozisyondan emin değiller, o zaman hooop arasınlar odadaki hakemi !

Ekstra bir hakem parası federasyonu dibe mi çeker? Hayır, öyleyse biz klup olarak verelim parasını, ama ne olur artık şu hakemlerin "Aaa yanlış görmüşüm!"  yorumlarına katlanmak zorunda kalmayalım.

Gerçekten 2011 dünyasında saçma sapan pek çok şey için kullanılan teknolojiyi biz maçlarda neden kullanamıyoruz? Voleybol yada basketbol maçlarında bu teknoloji kullanılırken, bir tek puanın bile şampiyonluk yarışında çok ama çok önemli olduğu futbol maçlarında neden kaderimiz sahanın çeşitli yerlerine yerleştirilmiş birkaç hakemin insafına kalıyor ? İnanın anlayamıyorum.

Gerçi hakemlerde de suç yok, adam pozisyona uzak ! yada o anda farzı mishal gözüne birşey kaçtı ! , başı döndü! vs. göremedi. Yan hakemlerde o sırada hayal ! falan kuruyorlardı mesela nebıleyım, neden bir tanecik kucuk ekran dahi olsa tv konulmaz sahanın oraya ve hakemler topluca tereddüte uğrayınca neden o ekrana bakılmaz hemen ?

Yine söylüyorum, eğer televizyon parası da federasyonu dibe çekecekse, odamdaki mini ekran tv yi seve seve bu uğurda feda edebilirim :)

Kıssadan hisse kaybedilen HAKSIZ puan yüzünden çok sinirliyim ve aşağıda görmüş olduğunuz kırmızı kartı sadece kendi takımım adına değil, hakem hataları yüzünden puan kaybetmiş tüm takımlar adına, bütün hakemlere, federasyona ve lanet olasıca futbol kurallarına göndermekteyim  :)


Herkese sevgiler,

Zeynep.

3 Şubat 2011 Perşembe

Bir Türk Ailesinin Öyküsü

Henüz ortaokula giderken, annemlerin bitmek bilmeyen muhabbetlerinden sıkılmış, usulca kendimi dayımların salonundan, her zaman hayran olduğum kütüphanelerine atmıştım.

Yavaşça kapıyı kapattım.

İçeriden hala annemlerin kahkaha dolu sesleri geliyordu. Uykum gelmişti, eve gitmek istiyordum.

Annemler daha kalkmayacağımızı , içerde dayımların yatağında uyuyabileceğimi, giderken beni kaldıracaklarını söylemişlerdi.

Bense dayımların yatağında uyumaktansa, en sevdiğim odada, bu kütüphanede koltukta kıvrılmayı daha çok istemiştim.

Koltuğun üzerindeki yastıkları yavaşça yere bırakırken, onlarca kitabın olduğu rafa ilişti gözüm.

Başlık dikkatimi çekmişti;

BİR TÜRK AİLESİNİN ÖYKÜSÜ



Hemen uzandım, yüzüme yaklaştırdım, mis gibi kokuyordu. Küçüklüğümden beri bayılırdım kitap kokusuna. 

Derin derin içime çektim.

Kokuyu almıştım ya bir kere, imkanı yok bırakamazdım. Öylesine bir kitap aşkıydı bendeki. Hoş hala da öyledir ya. Kaç kahve taşırmışımdır kitabı okumaya devam edeceğim diye, yada kaç kez aç olduğum halde sırf en heyecanlı yerindeyim diye kitabın, yemek yememiş, aç yatmışımdır.

Nitekim bu kitabı da elime aldım, kokladım ve sonra uzandım koltuğa, başladım okumaya.

Okudum, okudum, okudum...

Kapağını kapattığımda, hayatımda hiç bir kitabın bitmesinden dolayı bu kadar mutsuzluk duymadığımı hatırlıyorum. Ve hiç bir kitabın beni bu kadar derinlemesine etkilemediğini..

Bir Türk Ailesi'nin Öyküsü, İrfan Orga'nın kendi hayatını anlattığı öylesine güzel bir roman ki...

Osmanlı'nın çalkantılı döneminden, I. Dünya Savaşı'na uzanan uzun ve yorucu yolda, Sultanahmet'in arka sokaklarında yer alan bir köşkün sakinlerinin neler yaşadığı, nasıl zorluklara göğüs gerdiği o kadar güzel anlatılıyor ki..

Aslında savaş ne demek , savaş sırasında yaşananlar hangi boyutlara ulaşabiliyor, öyle gözümüze gözümüze sokuluyor ki..

Tek söyleyebileceğim, okurken, Cumhuriyet'in , bu çalkantılı , bu zor dönemi sona erdirmesiyle alınan deriiiin nefesi, tüm ciğerlerinizde siz de hissedeceksiniz.

Ve bir gece de hayatlarına giren savaşın, bir aileyi nasıl parçaladığına gözleriniz dolarak şahitlik yapacaksınız.

Henüz ortasondayken okuduğum bu kitap benim için Türk Edebiyatı'nda tektir.

Sizin için de öyle olacağına eminim.

Hepinizin okuması dileğiyle,

Sevgiler

Z.

Gereksiz Sevgililer Günü Telaşı

Gerçekten sevgililer gününden de, sevgilisi olmayanların “Ne yapacağız?” telaşlarından da, “14 Şubat’ta sevgilinize ne alacaksınız ?”  haberlerinden de, daha şimdiden romantik restaurantlarda yapılan rezervasyonlardan da bana inanılmaz fenalık geldi.
Neden bu kadar abartılıyor, bu kadar hayat memat meselesi yapılıyor hiç ama hiç anlamıyorum.
Bir restaurantta yer ayırtmak, sevgilinizin size tek bir gül alması, mum ışığında melül bakışlarla yenilen bilmem ne soslu italyan yemeği üstüne bir de havada uçuşan ve oksijeni resmen emen şiirler, falanlar filanlar...
Çok çok sahte değil mi sizce?
Hele bir de o yemekte dans ediliyorsa yemin ederim şurada kahkahayı basarım.
Gerçekten çok yapmacık hareketler bunlar  :)
Hadi böyle bir günü gereksiz bulmuyorsunuz , kutlamak istiyorsunuz diyelim..
O zaman bari gerçekten yaratıcı olmaya çalışın. Şu tek gül kabusu yerine bir demet mis kokulu fulya alabilirsiniz örneğin.
Yada artık her genç kızın olmazsa olmazı kalp şeklinde yastıklar yerine, şu aşağıdaki şirin kalpli  kurabiyelerden alın da bari ağzımız tatlansın, göz zevkimiz tavan yapsın, içimiz açılsın.


Hoşunuza gitti kabul edin. O halde siz iflah olmaz Sevgililer Günü fanatikleri için farklı önerilere devam..

Ne olur elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin,
Sıkıcı bir yemek yerine,  tam da şu yazımda bahsettiğim oyunu gidip izlemek çok daha güzel olmaz mı sizce de?
Hayır, benim ki duygusuzluk değil.

Size romantik olmayın yada sevgilinize süpriz yapmayın, hediye almayın gibi şeyler söylemeye de çalışmıyorum.

Sadece bir kenara attığınız mantığınızı, ben sizin arkanızdan toplamaya çalışıyorum. Bu günü ticarete dökenlerin üstümüze zorla giydirmeye çalıştığı “14 Şubat Elbisesi” ni sizin için kirli sepetine atıyorum.
Her zaman söylemişimdir, benim için o günün tek mantıklı yanı doğumgünüm olmasıdır. Sırf birileri o günü sevgililer günü ilan etmiş diye, zoraki yemeklere çıkmak, hediyeler almak hoşuma gitmiyor.

Hele de, insanların “Bu sevgilier gününde de yalnızım, ne yapacağım ?” diye saçma sapan bir telaşa kapılmasına çok ama çok gülüyorum. 
Gülüyorum, çünkü inanmayacaksınız ama,  bu konu açılınca resmen panik olan arkadaşlarım var benim. Hatta o kadar ki,  “Madem öyle, biz de kızkıza yemeğe çıkalım.” diye bir de, akıllarınca günübirlik çözüm buluyorlar.
Yahu yapmayın hiçbirşey, o günün diğer günlerden farkı yok hala an-la-ya-ma-dı-nız-mı? 
Öyle telaş yapmaya falan gerek de yok, resimdeki gibi bir kutu kurabiyeyi koyun kucağınıza, eğer sevgiliniz varsa onu da alın yanınıza, uzatın bacaklarınızı, film izleyin.
Sevgiliniz yoksa da aynısını yapın.
14 Şubat yerine, yılın herhangi bir günü, herkes rutin hayatını yaşarken, tam da o sırada size yapılan bir süpriz sizi ayrıcalıklı kılar ve bence çok daha heyecanlıdır.
Yukarıda yazdıklarıma katılmayabilirsiniz ama bakın işte bu dediğime sonuna kadar inanın.
Herkese sevgiler ve şimdiden Happy Valentine’s Day.
Z.



1 Şubat 2011 Salı

Ben Dün Bir Oyun İzledim 2

Geçtiğimiz pazar, güne sabahın 08.00 'inde başladım.

Hayır, düşündüğünüz gibi aslında aklımdan zorum falan yoktu ama ne yapayım şartlar öyle gerektirdi.

İlk olarak sabahın körü diye tanımlayabileceğimiz o saatte ağabeyimin evlilik planları yaptığı kız arkadaşıyla tanışıldı, çok çok fazla sevildi, inşallah evlenirler diye de tarafımdan dualar edildi.

Sonrasında yine aynı grup ile bir cafe'de oturulup Trival Pursuit adlı genel kültür oyunu oynandı.

Gerçekten çok çok eğlenceli bir oyun bence. Mutlaka birkaç kafadar arkadaş toplanıp oynayın derim. Yalnız, bilemediğiniz sorular karşısında size " Nasıl bilemezsin çook kolay bir soru buuuuu ! " diye bas bas bağıran bakışlara maruz kaldığınızda yerin dibine geçmemek için, bence yeni tanıştığınız insanların olduğu bir ortamda bu oyunu oynamayın. Çünkü ne gariptir ki, herkes kendisine gelen soruyu bilemezken, karşısındakine gelen soruda hep şu tepkiyi veriyor:

"Aaaaaaaa ! Çok kolayy !"

Hı hı evet öyle, gerçektende "Endonezya'da yetişen taç yapraklı bitkinin adı nedir? "  sorusu inanılmaz kolay ve ben tam bir cahilim :)

Gelelim bu keyifli günün akşamına.

Çok çok güzeldi. Çok sevdiğim bir kaç kız arkadaşımla şu sıralar CKM 'de sahnelenen  "Dumanaltı Aşklar" adlı oyuna gittik. Ve ben nihayet bir tiyatro oyununda gerçekten kahkaha atabildim.



"Dumanaltı Aşklar",  gazeteci Selahattin Duman'ın köşe yazılarından oluşan ve evlenme yolunda üç kez son anda direkten dönen bir adamın dördüncü kez evlenmeye niyetlendiği gece, diğer müstakbel adayları hatırlamasıyla başlayan kahkaha dolu bir oyun.

İlk olarak tiky diye tabir ettiğimiz ancak anlatılmaz yaşanır! kadın modeli, daha sonra diğerlerine nazaran çok daha ideal kalan entel ve feminist kadın modeli ve en sonunda da etine dolgun, boynunda altınlarıyla dolaşan, elinden baklava , oklava ve örgü eksik olmayan bir garip kadın modeli masaya yatırıldı ve üzerine tonlarca yorum yapıldı.

Gerçekten bu üç tür kadın için de yapılan yorumlar ve tespitler çok yerindeydi ve üstelik bir o kadar da komikti.

Oyun süresince sahnede devleşen Hüseyin Avni Danyal'ın, ilişkiler ve evlilik üzerine yaptığı yorumlar da tüm izleyiciler tarafından ayakta alkışlandı. Bize göre ise gecenin tespiti tam da aşağıda okuyacağınız şu satırlardı;

Eğer sevgilinizle nereye gittiğiniz önemli değilse, bunun adı flörttür.

Eğer operaya gitmek yerine sevgilinizle maça gidiyorsanız, bunun adı aşktır.

Ve eğer siz operaya giderken, sevgiliniz maça gidiyorsa bunun adı kesinlikle evliliktir :)

Kadın erkek ilişkileri üzerine yazılmış bu harika oyunu mutlaka , ama mutlaka izleyin.

Sevgilerimle,

Zeynep