20 Ekim 2012 Cumartesi

BEN DÜN BİR OYUN İZLEDİM 5

Hep söylemişimdir; tiyatroya gitmeye bayılıyorum. Sahnenin ahşap kokusu, kırmızı koltuklar, oyuncularla onlara dokunabilecek kadar yakın olma hali...

Oyundan çıktıktan sonra bir kahve içmek, oyun hakkında tartışmak...

Okuldan kalma bir alışkanlık herhalde, tüm bu saydıklarıma bayılıyorum. Oyun ister sıkıcı olsun, ister çok eğlenceli... Bir tiyatro oyunundan çıktıktan sonra kendimi daha da zenginleşmiş buluyorum. Evet, bu cümle tam olarak ne hissettiğimi anlatıyor sanırım. 

O nedenle birinin beni tiyatroya davet etmesi, bana hediye edilen bir oyun bileti içimi ısıtıyor, inanılmaz mutlu oluyorum.

Nitekim geçtiğimiz günlerde sürpriz bir şekilde erkek arkadaşım tarafından bir oyuna davet edildim. İtiraf edeyim, bana bugüne dek yaptığı en güzel sürprizlerden biriydi.

Haliyle, kalktık gittik. 

Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesindeki "Oyun" adlı oyunun Samuel Beckett'a ait olduğunu duyunca daha da bir mutlu oldum. Bu Samuel Beckett hayranlığı da ne? diyenler için geçmiş yazılarımdan birini de paylaşayım.

Oyun, 15 kareye bölünmüş bir bloğun içinde yalnızca insan kafalarının görünmesiyle başlıyor. Sonrasında bu kareler içindeki oyunculardan hangisi konuşacaksa, onun içinde bulunduğu küpün ışığı yanıyor.  İki kadın bir erkek arasındaki aşk üçgeninin anlatıldığı oyunu gelin daha detaylı anlatayım. 

Oyunda, bu aşk üçgenini anlatan topu topu 20 cümle falan var. Ve bu 20 cümle, 1 saat boyunca küplerin içindeki farklı kişiler tarafından yüksek sesle ve hızlı şekilde söyleniyor. Evet, oyun bundan ibaret. 1 saat boyunca aralıksız devam eden cümleler bir noktadan sonra size fenalık geçirtebilir. 



Evet kabul ediyorum, oyundaki hız, oyuncuların performansı ( ki bu noktada performans dediğimiz şey yalnızca o cümleleri hızlı bir şekilde söylemeleri) ve ışıklandırma harikaydı. 

Ama aynı cümlelerin, belli bir hızda bir saat boyunca farklı kişiler tarafından aralıksız söylenmesi beni hiç de tatmin etmedi. 

Hatta erkek arkadaşım bir ara "İşkence odasına mı düştük?" demedi de değil... 

Oyundan çıktığımızda ben bir İngiliz Dili Edebiyatı mezunu olarak oyunu anlamamış olmayı haliyle kendime yediremedim. Koskoca Samuel Beckett'a da laf etmek haddim değil... Dolayısıyla eve geldim ve İnternetten araştırdım. 

Meğer oyun II. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da ortaya çıkan ve gerek biçim, gerek içerik açısından yerleşmiş tiyatro kurallarına karşı çıkan Uyumsuz Tiyatro'nun en çarpıcı örneklerindenmiş. Ve meğerse oyun, gövdelerini yitirmiş, yalnızca bilinçleriyle var olan üç kişinin "araf" olarak nitelendirilebilecek "eşik"te bekleyişlerini anlatıyormuş.

Üstad Samuel Beckett'ı eleştirmek haddim değil, o yüzden susuyorum. Ama size tavsiyem, en azından oyunu izlemeden önce Radikal'de yayınlanan şu röportajı okumanız. Bu sayede oyundan daha fazla keyif alabilirsiniz. 

Sevgiler,

Z. 







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder