27 Kasım 2010 Cumartesi

Cem Yılmaz ve Annem

   Uzuuuun zamandır ilk defa bir cumartesi günümü tamamen evde geçirdim. Sebep ?

   Lanet olasıca grip, yüksek ateş, halsizlik ve dayanılmaz bir boğaz ağrısı.

   Oysa ki ne güzel planlarım vardı. Bir düğüne gidecektim, oradan çıkıp en yakın arkadaşlarımdan birinin doğumgününe geçecektim. Sabaha karşı da eve gelecektim, ohh ne güzel olacaktı.


  Ama hastalık hiçbirşey dinlemiyor azizim. İnsan da ne hal bırakıyor ne neşe..

   Hal böyle olunca, yatmaktan felaket sıkıldım, aldım kucağıma laptop u, takip ettiğim blogları incelemeye başladım. Bir tanesinden Cem Yılmaz'ın " Soru & Cevap" adlı gösterisinin DVD sinin çıktığını öğrendim. Yazıyı okuyunca o kadar çok sevindim ki, boğazımın acısı daha bir hafifledi sanki, ateşimde düşüyor gibi, hissediyorum :)

   Anlayacağınız üzere ben tam bir Cem Yılmaz fanatiğiyim. Gösterilerindeki neredeyse bütün replikleri ezbere bilirim, bazen farkında olmadan bir soruya onun esprilerinden biriyle cevap veririm, bir yerde kazara "business class" lafı geçince "bizde mi öldük?" demeden duramam,gülmeye başlarım falan filan :)

  Her filmini en az 10 kere izlemişimdir ve bu filmlerindeki replikleri de benim için kahkaha atma garantilidir.

  Ağabeyimde aynen benim gibi olduğu için bazen takarız DVD ye Gora'yı , her sahnesinde yine yeniden kahkaha atarız, bazı sahneleri geri alırız, haydiii yine kahkaha ... Bu duruma en çok annem sinirlenir. O kadar ki her seferinde "Nesine gülüyorsunuz şu adamın?" diye bize kızar, "Kısın şu adamın sesini." diye de uyarır.

  Bizde niyeyse inatla Cem Yılmaz'ı anneme sevdirmeye çalışırız, hatta bir keresinde ağabeyimle "Artık buna da gülmessen sende bir gariplik var." diyip anneme Cem Yılmaz'ın hastane / refakatçi skeçini izlettik. İkimizde annemin buna güleceğine okadar emindik ki, skeç sonunda annemden gelen şu cevapla şok olduk, birbirimize baktık ve kahkahayı patlattık. Annem önce bize gerizekalıymışız gibi baktı ve arkasından tam olarak şöyle bir cümle kurdu:

  "O hiç hayatında refakatçi kalmış mı acaba?"

  Ben "Gemici zihniyetiyle film izlenmez ki !" (by cem yılmaz ) diyecek oldum ve abim bir kahkaha daha attı. Annem ise bize hala gerizekalıymışız gibi bakmaya devam ediyordu.

  Diyeceğim o ki Cem Yılmaz benim için bol kahkaha demek oyüzden bu gösterinin DVD sinin çıktığını duyunca eline şeker tutuşturulan bir çocuk gibi inanılmaz sevindim. Eğer sizde benim gibi bir Cem Yılmaz hayranıysanız o halde doooğruu D&R a derim.

Sevgiler, Z.

25 Kasım 2010 Perşembe

Boş Bir Erkekle 5 Gün

   Çoğu erkek kendini daha ilk buluşmada ele verir aslında. Fakat bazıları ne kadar boş olduklarını bir anda gösteremez bir kaç güne yayar. İşte o birkaç gününüzü size geri kazandırmak için bu konuyu ele almak istedim :)
   Bundan yaklaşık 3.5 yıl önce böyle bir erkekle tanışma gafletinde bulundum ve  sadece 5 gün dayanabildim.Peki kendisinden bu yazıda boş bir çuval olarak bahsetmeme neden olacak kadar ne yapmıştı bu çocuk? Yada bu 5 günde gerek telefonda gerekse buluştuğumuzda ne konuşmuştuk. İşte gün be gün kayıtlar..
1.gün
   İlk gün bir cafe de yemek yemek için buluştuğumuzda ben birbirimizi daha iyi tanıyacağız diye düşünürken, o bana arabasından bahsetmeyi tercih etti. Ve bundan inanılmaz etkileneceğimi düşündü. Ben ilgilenmiyormuş gibi yapıp başka konuya geçmeye calıştıkça, konu yine döndü dolaştı onun arabasına geldi. Çok komik ama arabası olmasını bence bir başarı olarak görüyordu. Hayatta kazanılmış ne büyük bir başarı hakikaten !
   Daha sonra bu konudan sıkıldığımı farketmiş olacak ki bana yazları neler yaptığımı sordu.Bende genellikle ailemle Ege bölgesine gittiğimi anlattım.Bunun üzerine bana zekasına hayran kalmama neden olan şu soruyu sordu;
  “Ne ile gidiyorsunuz? “
   Bir an duraksadım ve “Koşarak” dememek için zor tuttum kendimi. Uçakla gidiyorsak onun gözünde artı puan falan mı alacaktık yada “özel jetimizle tabiki” dememi falan mı bekliyordu.
   Bu çocuğu tanımaya çalışmakla hata yapıyordum sanırım.
2.gün
  İkinci gün daha ilk günün şokunu üstümden atamamışken, buluşmamızın 10. dakikasında bana babamın ne iş yaptığını sordu. Evet bugünün de konusu babalarımızın işleriydi anlaşılan. Babamın tekstille uğraştığını söyledim ve beni deli eden sorular arka arkaya gelmeye başladı.
 Kendi işimi ?
 Fabrika mı yoksa atölye mi?
 Ahh hayır, biri beni eve bıraksın ne olur !
3.gün
  Bugün ilk iki günü unutmaya çalışarak evden çıktım ve okula gitmek için otobüs durağına doğru yürüdüm. Aslında kendi kafamda bir daha görüşmeme kararı almıştım ama bizi tanıştıran arkadaşım aslında öyle bir insan olmadığını, muhtemelen heyecandan falan saçmaladığını söylemişti.”Önyargılı olma ! “ diye de eklemişti.
   Tam da o sırada telefonum çaldı,arayan tabiki oydu. Evime yakın bir yerlerde olduğunu ve beni görmek istediğini, okula gitmem şart ise en azından beni okula bırakabileceğini söyledi. Bende sokağın başında olduğumu ve gelebileceğini söyledim. Bu sefer arkadaşım uyardığı için önyargılı olmamaya çalışıyordum ve bugünün ilk iki günü unutturacağını düşünmeye çalıştım.Fakat geldiğinde yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra sorduğu şu soru bende şalterlerin atmasına neden oldu.
  “Otobüs mü bekliyordun?”
  Derin bir nefes aldım ve “Evet” diye yanıt verdim, okula gitmek için otobüsü kullanmam gerekiyordu çünkü. Onaylayan tarzda bir cevap beklerken ben, ondan gelen cevap artık gerçekten bunun bir kamera şakası olabileceğini düşündürttü bana.
 “Neden taksi kullanmıyorsun? “
  Evet kesinlikle şaka falan olmalıydı bu, akbil gibi bir nimet dururken ve gidiş gelişim sadece 3 tl ye mal olurken, neden bir gerizekalı gibi caddebostandan beyazıta hergün gidiş geliş 60 tl vereyim, üstüne birde vapurda rahat rahat gitmek varken o trafiği çekeyim.
 Yüzümde ki şaşkın bakışı görünce neden şaşırdığımı sordu. Bir sabır çekerek açıkladım.
 Ben doğru haklısın gibi bir cevap beklerken o  “Akbilinde var yani” demekle yetindi. Allahım bu ne mallıktı  !
4.gün
  Artık görüşmek istemiyordum çünkü görüştüğümüz şu 3 gün boyunca adam gibi tek bir muhabbet bile edememiştik. Bana göre dünyanın en boş insanıydı. Ne bir kitaptan, ne izlediğimiz bir filmden, ne de güncel olaylardan bahsedebiliyorduk.
  O dönem okulda felsefe derside alıyorduk ve o gün Plato’nun mağaralar kuramı ile ilgili gerçekten çok ilginç bir ders işlemiştik.Bunu onunla paylaşmak istedim. Tahmin ettiğim gibi hayatında Plato’yu hiç duymamıştı.
  Alttan almaya çalıştım, duymamış olabilirdi, yine de anlatmaya devam ettim.Sanırım öğretici yanım ağır basmıştı ve bu çocuğu bir şekilde topluma kazandırmaya çalışıyordum :) Anlatmayı bitirince bir yorum bekledim ama hayır, yorum yapamadı bile. Telefonu kapattığımda sinirden kahkahalarla gülüyordum. Yarın artık bu işi bitirmeliydim. Bu nedenle bu gün görüşmedim.
 5.gün
  Bugün artık bu görüşmeleri kesmemin en doğrusu olacağını düşünerek evden çıktım.Beyfendi yine beni almaya geldi. Kafamda bu düşüncelerle arabaya binmeye çalışırken ön koltukta bir dergi olduğunu gördüm. Derginin kapağında bu arkadaşımızın ailesinin resimleri ve üzerinde adları soyadları vardı.Kendileri Balıkesirliydi ve belli ki oranın tanınan ailelerindendi. Fakat yine belli ki o dergi oraya ben göreyim ve “Aman ne zengin bir aile.” diye düşüneyim diye konulmuştu.Dergiye bakmadım bile. Alıp arka koltuğa fırlatırken, içimden de benim bu boş insanla hala şu dakika ne işim var diye düşünmeye devam ediyordum.  
  Birden arabayı kenara çekmesini söyledim ve sakin bir şekilde birbirimizi tanımaya çalışmanın ne kadar gereksiz olduğunu, çünkü onunla paylaşabilecek hiçbir şey bulamadığımı ve hayatta parasından başka konuşabileceği birşeyinin olmamasının ne kadar üzücü olduğunu sakince anlattım. Hadi canım gerçekten böyle söyledin mi diyenlere sesleniyorum; evet söyledim.Bir daha beni aramamasını da rica ettim ve onun konuşmasına fırsat vermeden arabadan indim.
  İnanılmaz rahatlamıştım.Derin bir nefes aldım,çantamdan akbilimi çıkardım, otobüse bindim, okuluma gittim, arkadaşlarımla önce biraz geyik yaptım, sonra o gün derste işlenecek olan Thomas Moore ‘un Ütopya'sını tartıştım,yine otobüsle eve döndüm ve akşam da arkadaşlarımla Reina ‘ya eğlenmeye gittim.
Hayat böyle olursa güzel değil midir zaten?
Sabah otobüse bindiğiniz bir günün akşamında Reina'ya gidebilmek.
Günün bir anında magazin konuşurken, başka bir anında ciddi bir olay tartışabilmek.

Yani hayatın her damlasını yaşamak..
Gel de bunu ona anlat, gel de bunu onun gibilere anlat....
Herkese Sevgiler, Z.







21 Kasım 2010 Pazar

Neden ElayZa ?

    Bu blog'u tutmaya başladığım ilk günden beri herkes bana "Neden Elayza?" diye sorup durdu. Zamanla bu soruyla o kadar sık karşılaşmaya başladım ki, herkese tek tek cevap vermek yerine buradan yazmanın daha doğru olacağını düşündüm. İşte Elayza’nın nedeni :)

    Üniversite'de Edward ve Dönemi diye bir dersimiz vardı. Ders aslında seçmeliydi ve dersi de, tanımadığınız yada kendisinden bir derscik olsun dinleyemediğiniz için kendinizi çok ama çok şanssız hissetmeniz gerektiğini düşündüğüm bir hoca, Yıldız Kılıç veriyordu.

   Mezun olan birkaç arkadaşımız dersi seçeceğimizi duyunca bizi dersin çok zor olduğu konusunda uyardılar. Onlara göre hiç bulaşmamalıydık, hem dönemimiz uzarsa sonra çok üzülürdük.

   Ama hayır, son senemizdi ve Yıldız Hoca'dan başka ders alma şansımız yoktu. Çaresiz bu dersi seçtik. Şimdi Elayza ile ne ilgisi var bu konunun demeyin, azcık sabır :)


   Bu derste okuduğumuz ve incelediğimiz, duayen Bernard Shaw 'un kaleme aldığı Pygmalian adlı oyunda ki baş karakterin adıdır Elayza. Tabi ingilizcesi Eliza fakat ben bu ismi biraz türkçeleştirdim.

   Peki beni blog'umun adını koymaya itecek kadar neden etkilemişti bu oyun yada bu karakter?

   Oyun diyorum fakat aslında bu eser bir müzikal. Sizi benliğinizden alıp götüren müziklerinin, danslarının ve kostümlerinin yanı sıra, Bernard Shaw gibi bir ustanın kalemi ile yazıldığı için diyaloglar da inanılmaz eğlenceli. Konusu aslında çok sıradan ama işleniş olağanüstü.

Londra Sahnesi

   Peki kimdir bu Eliza Doolittle?

   Kendisi görgüsüz, kaba, konuşmasını bilmeyen çiçekci bir kızdır.İnanılmaz cırtlak da bir sesi vardır. Bir gün İngiltere'nin meydanında çiçek satarken, ukala ve kadınlardan nefret eden bir fonetik profesörünün dikkatini çeker. Bu profesör, dilbilimci olan yakın dostu ile  Eliza'yı bir hafta içerisinde mükemmel bir aksan ile konuşan gerçek bir hanımefendiye dönüştüreceği konusunda iddaya girer.






   Oyunun devamını yada sonunu anlatmayacağım zaten okumaya bir başlarsanız gerisi gelecektir. Ama okurken oyunun yazıldığı dönemdeki sınıf ayrımcılığına, kadınların nasıl ikinci plana atıldığına ayrıca bir dikkat edin lütfen. Zaten derste okutulması, eğlenceli bir müzikal olmasından dolayı değil, tam da bu bahsettiğim sınıf ayrımcılığını yada kadınların alt tabakadan üst tabakaya ne şekilde yükseldiğini eşsiz şekilde anlatmasından dolayıdır.

   Belli ki oyunu çok sevmişim, karaktere bayılmışım ama bu mudur blog’umun adını Elayza koymamın sebebi?

   Koca bir hayır.

   Blog’umun adı Elayza, çünkü oyundaki Eliza azmin bir örneğidir. Aşağı tabakadan kendi çabalarıyla üst sınıfa yükselmiş bir kadının aslında aşağı sınıf diye bir şey olmadığını sadece doğuştan daha az şanslı insanlar olduğunu gözümüze sokmasıdır.
 
  Ve benim Blog’umun adı Elayzadır, çünkü bu blog’da benim için azmin bir örneğidir. 2 ay önce yazmaya başladığımda birkaç kişi takip ederken, şimdi yazılarımın toplamda 2000 küsür kere okunduğunu görüyorum. Konuştuğum pek çok kişiden övgü dolu sözler alıyorum. Hatta okulumdan, benim gibi edebiyat okumuş ne zamandır konuşmadığım arkadaşlarım mesaj atıp tebrik ediyor. Ve ben inanılmaz mutlu oluyorum. Demek ki becerebiliyorum diye düşünüyorum. Bu yüzden benim için azmin örneği,

  Eliza

  Yada

  Elayza

  Siz hangisini tercih ederseniz…
Ps: Ben okumayı sevmem, ama izlemeye bayılırım derseniz bu müzikal My Fair Lady adı ile filme çekilmiştir. Eliza’yı da Audrey Hepburn oynamıştır. Ve döneminde en iyi film dahil toplamda 8 oscar kazanmıştır. Bilginize :)

18 Kasım 2010 Perşembe

Dominant olmak nereye kadar ?

   Sabahın köründe telefonum çaldı. Önce açmak istemedim, uykumun en tatlı yerinde olacak şey miydi bu ? Nasıl olsa susar diye bekledim, bekledim ama hayır susmuyordu. Çaresizce yatakta doğruldum ve telefonun ekranına bakmadan yes tuşuna basarken, arayan kişiye içimden lanetler yağdırdım.

   Oysa arayan en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Sesi uzaklardan geliyor gibiydi ama tonundan bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştım. “Zeynep” dedi ağlayarak, “Görüşelim mi? Emre’den ayrıldım. Sana anlatacaklarım var.”

   Az önce ettiğim lanetleri çabucak geri aldım ve hemen fırladım yataktan. Buluşacağımız yere doğru koşar adım yürürken arkadaşımın sevgilisinden neden ayrılmış olabileceğini düşünüyordum. İhanet olabilir miydi? Ya da sevgisi mi bitmişti acaba? Hiç sanmıyorum. İyi ama bu kadar severken neydi onu ayrılmaya iten? Belki de kıskançlıktı. Kim bilir?
  Bu sorularla kendi kendime boğuşurken sonunda kafeye vardım, hemen çantamı bir kenara fırlattım ve daha fazla dayanamadan pat diye sordum. “Neden ayrıldın?”

  Cevabı beni şaşırttı.

 “Artık yanımda gerçekten güçlü bir erkek olsun istiyorum.”

  “Nasıl yani?” diye sorarken bir yandan da  Emre’yi gözümde canlandırmaya çalışıyordum. 1.85 boyunda, geniş omuzlu, vücudunun üçte ikisi kas olan Emre gayet güçlü bir erkekti benim gözümde. O yüzden anlam verememiştim bu cevaba.

  “Zeynep” diye devam etti arkadaşım, “Artık buluştuğumuzda nereye gideceğimize hep benim karar vermem, televizyonda izleyeceğimiz programı benim seçmem sinirimi bozuyor. Giydiği pantolonun altına hangi ayakkabıyı giymesi gerektiğini söylemek, arabayı hangi sokağa park etmesinin daha iyi olacağını düşünmek beni yoruyor. Kendi kararları olmasını istiyorum ama kendi başına verdiği yada verebildiği tek bir karar bile yok. İnan bıktım artık, ben bu kadar pasif bir erkek değil, ne istediğini bilen, kendi kararları olan, güçlü bir erkek istiyorum. İşte bu yüzden ayrıldım.”

  Şimdi, “güçlü” derken tam olarak ne demek istediğini anlamıştım arkadaşımın. Önce sustum, sonra biraz düşündüm ve sonunda derin bir nefes alarak aslında ilişkilerinin başından beri dikkatimi çeken ama karışmamak adına hiç dile getirmediğim şeyi pat diye söyleyiverdim;

  “Acaba Emre kararsız ya da pasif değil de, sen biraz fazla dominant olabilir misin?”


   Söylediğim şey sanki çok büyük bir iftiraymış gibi baktı bana. Bakışlarından böyle bir ihtimali hiç düşünmemiş olduğunu çok rahat anlayabiliyordum. O kadar saçma gelmişti ki bu söylediğim, birden gülmeye başladı ve “Dalga geçiyorsun herhalde değil mi?” diye sordu.

  Oysa ki ben dalga geçmiyordum. Çok fazla şahit olmuştum arkadaşımın, Emre bir kazağı giydiği zaman, olumsuz kırk tane yorumu arka arkaya sıralayıp, üstüne bir de başka bir kazağı giymesi için baskı yaptığına.

  Ya da Emre sinemaya gidelim dediğinde bu havada sinema değil de Nişantaşı’nda bir kahve içmenin çok daha mantıklı olduğunu en az yüz kere dinlemiştim.

  Emre maç izlemek ister, arkadaşım bin tane cilveyle dvd ye bir film takar ve Emre ne kadar itiraz etse de o film izlenir, maç değil.

  Çocukcağız yeni bir ayakkabı alır, arkadaşım “Çok zevksizsin.” deyip çocuğu kolundan tuttuğu gibi mağazaya götürür, ayakkabı değiştirilir.

  Bunun gibi yüzlerce örnek verebilecekken ben , nasıl oluyor da arkadaşım hatayı kendisinde araması gerektiğini söylediğimde, dalga geçtiğimi düşünebiliyor, ben de işte buna şaşırmıştım.

  Sen beraber olduğun 3 koca yıl boyunca çocuğu tüm kararlarından zorla vazgeçir, sonra da kararsız bir adam istemiyorum de. Nasıl saçma bir istektir bu !

  Eee Emre de suç, o da dinlemeseymiş diyebilirsiniz haklı olarak. Ama karşınızdaki insan biraz fazla dominant olunca, üstüne bir de siz o kadına aşıksanız, onu üzmemek yada kaybetmemek adına istediklerini yapabiliyorsunuz işte.

  Tüm bunları anlattım arkadaşıma. Hatayı biraz kendinde aramasını, ipleri tamamen erkeğin eline vermeyeyim derken, sevdiği insanı kölesi haline getirdiğini ve sonunda da kendisinin bile istemeyeceği bir adam yarattığını bir bir anlattım.

  Önce itiraz etti bu suçlamama , sonra bir süre sustu, söylediklerim canını sıkmış olacak ki, birden yine gözleri doldu. Ve nihayet daha önce hiç bu şekilde düşünmediğini ve  haklı olabileceğimi itiraf etti.

  Yavaşça kalktım yerimden, yanına oturdum.Bu sefer hatasının farkına vardığı için, önceki acımasız tavrımı bırakıp, daha sevecen ve anlayışlı bir tonla konuşmaya başladım.
  “Bak Aslıcım,ben üniversite bitirdim, kendi ayaklarımın üstünde duruyorum, hiçbir erkek bana ne yapacağımı söyleyemez”  benimde sonuna kadar desteklediğim bir cümle. Ama kendi ayaklarının üstünde durmak, sevgilinin boynuna bir tasma geçirmeyi, onun fikirlerini yok saymayı gerektirmez. Kendini koruma iç güdüsüyle her kararı sen verirsen, o ilişkiyi tek taraflı yaşarsın ve o ilişki senin için bir keyif değil tam tersi bir kabus olur. Yani sonra üzülen taraf sen olursun. Ne kadar güçlü olduğunu karşında ki insanı ezmeden yada onun fikirlerini yok saymadan farklı yollarla da gösterebilirsin. Senin seçtiğin yol ne kadar yanlış bunu  göremiyor musun? ”

  Başını kaldırıp bakarken bana, bu sefer gerçekten ne demek istediğimi anladığını biliyordum. Bana hak verdiğini de..

  Nitekim verdiği yanıt artık seçtiği yolun yanlış olduğunu görebildiğinin en güzel kanıtıydı.

  “Hesabı isteyelim mi?” dedi. “Benim köşedeki mağazaya gidip Emre’nin geçen gün beğendiği o kazağı almam gerek de.”

   Hemen hesabı istedim. O koşar adım kafeden çıkarken ben, nihayet Emre’nin kendi beğendiği bir kazağının ve en önemlisi de artık kendi kararlarının olabileceğini düşünüp hafifçe gülümsedim.


Sevgiler, Z.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Eski Bayramlar Diye Bir Şey Yok

   Az önce düşünmeye başladım.

   Çocukluğumun bayramlarını özledim gibi bir cümle kurmak için çok mu genç daha yaşım?

   Ama özledim.. Babamın doğduğu ve her bayram bir gün önceden gidip kaldığımız o iki katlı, mavi renkli, arkasında gizli kocaman bir bahçesi olan, İstanbul'un merkezinde ama İstanbul 'dan uzak o evi özledim. Bayram sabahı yengemin yaptığı açmaların kokusuyla uyanmayı özledim.Yeni alınan kıyafetimi ilk kez o sabah giyecek olmanın verdiği heyecanı özledim.Annemler alt katta kahvaltıyı hazırlarken, yukarıdaki pencereden, babamların bayram namazından gelişlerini beklemeyi ve sonrasında edilen o şen şakrak kahvaltıları özledim.

   Sonra düşünmeye devam ettim,şimdiki bayramların hiç tadı yok diye. Mesela o ev artık yok. Yengemın yaptığı açmaların kokusuyla uyanamıyorum. Artık kimse harçlık da vermiyor.

   Büyümek kötü şey galiba. Büyüdükçe hiç birşeyin tadını eskisi gibi yoğun alamıyor insan. Ve büyüdükçe eskiye özlem artıyor. Yada bugün ben fazla duygusalım, bilemiyorum :)

   Böyle oturmuş düşünürken, bir ses kulağıma fısıldadı.

  "Evet" dedi, "Sen fazla duygusalsın."

  "İlla o evin mi olması gerekiyor bayramlardan aynı tadı alabilmen için? Hem yengen yine yapar açma, ne olacak? Babanlar yine gidecek bayram namazına zaten.Bir tek harçlık yok, onu da kafaya takmayacaksın artık, kazık kadar kız oldun!"

  Şöyle bir doğruldum. O anda ses bir an için sustu, söylediklerini düşünmem için zaman veriyor gibiydi bana. Sonra devam etti;

  "Kişiler aynı olduğu sürece ev farklı olmuş, açma değilde kurabiye yapılmış ne farkeder. Bayramı güzel yapan yanında ki insanlardır, eğer ziyaretine gidebileceğin sevdiklerin var ise, bayram, bayramdır."

  Ses bu kez tamamen sustu.Haklıydı. Hem de çok haklı...



    Herkese şimdiden iyi bayramlar, Z.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Evet, Atatürk Rakı İçerdi , Ama...

           Bu sabah işe gitmek için evden çıktığımda saat tam 9 a 2 vardı. Garip bir heyecanla bekledim o 7 dakikanın geçmesini. Çocukluğumdan beri Atatürk için şehrin dört bir yanından yükselen siren sesleri ağlatır beni. Yine gözümden bir damla yaş akacağını bile bile bekledim.Bu düşünceler içerisinde dolmuşa doğru yürürken farkettim ki 5 dakika daha geçmiş. O vakit garip bir stres kapladı içimi, uzaklardan biryerlerden duyulan siren sesleri eşliğinde hayatım boyunca hiç görmediğim, dokunmadığım ama varlığını kalbimde taşıdığım bu asil adamın ölümü için birkez daha kahroldum.Ve ben kahrolurken, gözümden yine bir damla yaş aktı...

         Bugün internette, televizyonlarda, radyolarda Mustafa Kemal Atatürk için paylaşılan pek çok yazı okuyacak yada dinleyeceksiniz. Bende size farklı bir yazı sunuyorum, Atatürk için "İşi gücü rakı içmekti." diyen o kendini bilmezlerin biryerde denk gelip okuması dileğiyle...


         Gençliğinde kot pantolon giyememiş. Sevgilisinin elinden tutup hasılat rekorları kiran bir sinema filmine gidememiş. Padişah ona Trablusgarp Cephesi'nde görev verdiğinde, lüks uçak şirketinin, first class koltuğunda viskisini yudumlayarak görev yerine gidememiş. Halkına bağımsızlık fikrini anlatabilmek için kortej esliğinde Mercedes'lerle gezememiş Anadolu'yu. Kurtuluş hareketini başlatmak için 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak basan ayağında, spor ayakkabısı ya da kovboy çizmesi yokmuş. Kazandığı her savaştan sonra savaş sahasına fırlayıp moral veren mini etekli ponpon kızlar da yokmuş. Tarih kitaplarına bakılırsa, Yunanlıları İzmir'den denize döktükten sonra timsah yürüyüşü de yapmamışlar. Ülkesinde yapacağı devrimleri, unutmamak için not alacağı bir cep bilgisayarı olmadığı gibi, kendisine suikast girişiminde bulunacakları da cep telefonundan öğrenememiş!

Atatürk için üzülüyorum. Dağ gibi adam, bir radyo programına faks çekemeden, İsmet Pasa için Safiye Ayla'dan bir istek parçası isteyemeden gitti. Lozan Zaferi'nden sonra veya Cumhuriyet'in ilanından sonra arabaya atlayıp sabahlara kadar korna çalıp, elinde bayraklarla sokaklarda tur atamadı. Evinin balkonuna çıkıp, bir şarjör mermiyi havaya sıkamadı. Sen kalk, dört kadınla evlenebileceğin bir dönemde dünyaya gel, sonra tek kadınla evlilik sistemini getir... Çılgın diskolara gitmek, sabahlara kadar içip içip rock yapmak, babasının mercedesini alıp söyle bir Emirgan turu çekmek dururken...


Bunları yapmadı Atatürk...
Keyif çatmadı...
Tüm hayatini ülkesinin kurtuluşuna ve uygarlaşmasına harcadı...

ISTE ONUN IÇIN BÜYÜK ADAMDI ATATÜRK!
HER FIRSAT ELINDE VARDI.
O ISE SADECE BU MILLETIN BAGIMSIZLIGINI ISTEDI.
BÜTÜN SUÇU İSE 2 KADEH RAKI IÇMEKTI...

ANLAYANA...

9 Kasım 2010 Salı

Biraz da olaya buradan bak !

      Bazı yazılar vardır, size söyleyecek söz bırakmaz, o kendini anlatır zaten.. okumanız yeterlidir. İşte aşağıda paylaştığım fotoğraflar tam da öyle yazılardan oluşuyor.Size farklı bir pencere açıyor, "Biraz da olaya buradan bak." diyor. O halde ben biraz susayım ve sizi fotoğraflarla başbaşa bırakayım.Keyfine varın..









Ps: Arşiv için Melissa Cremer' e teşekkürler :)

Herkese Sevgiler , Z.

5 Kasım 2010 Cuma

HEMCİNSLERİME AÇIK MEKTUP


        Ne zamandır bu konu hakkında yazmak istiyordum, kısmet bugüneymiş. O kadar fazla beni rahatsız eden hareketleriniz var ki, yazmakla bitmeyecek biliyorum. Ama bir yerden de başlamak lazım, o halde işte başlıyorum.
         Lütfen ama lütfen artık sevgililerinizle konuşurken sesinizi inceltip, küçük kız çocuğu taklidi yapmayın. Sevimli gözüktüğünüzü zannediyorsunuz ama gerçekten çok itici oluyorsunuz.
        Diyelim ki arkadaşlarınızla buluştunuz ve bir arkadaşınızın erkek kuzeni masaya geldi, ne olur sevgiliniz sizi aradığında, o kuzenden sessiz olmasını istemeyin. Bunu yapan çok fazla kız tanıyorum ve inanın hepimizin gözünde nasıl basit duruma düştüklerinin farkında bile değiller. Hayır yani ne olacak sevgiliniz çocuğun sesini duysa? Hemen “ Bu çocuk şimdi kesin benim kız arkadaşıma asılır.” falan diye mi düşünecek? O çocuk da size çok meraklıydı çünkü.
       Ne olur terk edilince facebook statu lerinizi “Gün gelecek devran dönecek” gibi kıro iletilerle, yada “Haha çok mutluyum giden gider” tarzı, aslında dibe vurmuşluğunuzu herkesin gözüne gözüne sokan yazılarla doldurmayın.
     Artık sokaklarda yürürken sigara içmeyin !
    Mc’Donalds ta kasa sırası beklerken el ele tutuşmayın.
    Çıkmış ojelerle dolaşmayın.
    Sahte Louis Vuitton kullanmayın ! Gidin onun yerine Nine West ten bir çanta alın.
    Her gittiğiniz yerde hesabı masadaki erkeklerin ödemesini beklemeyin, bu beleşçilik değil de nedir? Yapmayın!
    Dudaklarınızı büküp aynadan fotoğrafınızı çekmeyin.
    Bir mekanda arkadaşınızla karşılaştığınızda “Aaaaaa inanmıyorrrruuumm!!” diye çığlıklar atmayın, bunda inanılamayacak bir şey yok, alt tarafı caddede lise arkadaşınızı gördünüz, Dubai ’de bir ara sokakta değil, dikkatinizi çekerim, caddede !
   Eğer bir ortamda yeni tanıştığınız insanlar varsa, içip içip sonra ağlamaya başlamayın. Bence bu kız tipi hayattaki en itici kız tipidir.
   Sahte bir facebook hesabı açıp kendi resimlerinizin altına ‘Cidden taşsın bebeğim‘ gibi aptal yorumlar yapmayın. Bunu da en ezik kız tipi olarak ilan ediyorum.
   Futboldan anlamayıp, sadece derbilerde, belki bir erkeğin dikkatini çekerimde bana laf atar,bende onu terslerim cool görünürüm falan umuduyla forma giyip caddeye çıkmayın. Bknz: Her derbi öncesi Bağdat Caddesi, Fenerbahçeli kızlar grubu.
  Kısacası ne olur artık biraz normal olun =)
  Son sözüm gerçekten normal olan kızlara; yukarıdaki özelliklerden en az 2 tanesine uyan arkadaşınız varsa, bence ondan uzak durun.
  Sevgiler, Z.