Herkese selam,
Bildiğiniz gibi aslında ben gazeteciyim. Dolayısıyla da her ay bir kaç ünlüyle röportaj yapma şansım oluyor. Bundan böyle yaptığım bu röportajları, dergi çıktıktan sonra burada da paylaşmayı düşünüyorum. İşte onlardan ilki... Cengiz Bozkurt'la röportaj esnasında, çok çok keyifli vakit geçirmiştik. Kendisi o kadar eğlenceli bir adam ki...
Umarım röportajdan siz de keyif alırsınız.
Herkese sevgiler..
Z.
Not: Bu röportaj Esquire Dergisi Kasım sayısında ve Sabah gazetesinin Günaydın ekinde yayınlanmıştır.
EKRANLARIN “KAYPAK” BAKKALI
CENGİZ BOZKURT
O,
“Leyla ile Mecnun” dizisinin Erdal Bakkal’; namıdiğer “Yaban Çakalı”. Canlandırdığı;
kaypak, paragöz ve patavatsız karakterle son zamanların en çok konuşulan
isimlerinden biri hâline gelen Cengiz Bozkurt, dizideki profilinden farklı
olarak, son derece içten ve samimi açıklamalarıyla karşınızda…
Röportaj ZEYNEP ŞEKER
Fotoğraf ULUÇ ÖZCÜ
Önce onu, “Parmaklıklar Ardında” dizisinin hain gardiyanı Ekrem
karakteriyle tanıdık. Dizinin ardından, yine buna benzer bir karakterle
karşımıza çıkmasını beklerken; o, bizi sol köşeye yatırdı ve “Leyla ile Mecnun”
dizisinin Erdal Bakkal’ı olarak evlerimize konuk oldu. Ekranda gördüğümüz;
hain, fesat, ukala ve içten pazarlıklı hâllerinin aksine; kahkahası eksik
olmayan, doğal ve samimi biri, Cengiz Bozkurt. Bu röportajda, ünlü oyuncunun,
önce çocukluğuna ve “Ömrümün en güzel yılları” diye tabir ettiği üniversite
yıllarına gidecek; ardından ise, “Leyla ile Mecnun” dizisi ve özel hayatına dair
pek çok samimi açıklama bulacaksınız. İşte, başlıyoruz…
ESQUIRE: Doğrudan soralım; nasıl bir
hikâye sizinki?
CENGİZ BOZKURT: Memur bir
ailenin çocuğu olarak doğdum. Her memur çocuğu gibi de, Anadolu’nun çeşitli
yerlerini dolaşarak geçti hayatım. İlkokulu ayrı bir yerde, ortaokulu ayrı bir
yerde okudum. Bu durum, çocukluk dönemimde yaralar açmadı değil… Ama insan,
alışıyor bir şekilde. Şahsen ben, Anadolu’da bu denli dolaşmanın bana kattığı
çok şey olduğunu düşünüyorum. Bunlardan en önemlisi de, bu çeşitliliğin, beni
iyi bir insan yapmasıdır.
ESQ: ODTÜ’de fizik okurken, ne oldu da
birden bire tiyatro yapmaya karar verdiniz?
CB: ODTÜ, böyle bir okuldur işte;
maden mühendisliğinde okuyan adam, sinema topluluğun başkanıdır. Fizik okuyan
adam ise, tiyatro oyunu sahneye koyar. Ama sanırım asıl neden, gençken ne olmak
istediğimizi bir türlü belirleyemememiz. Ben fizik okurken, asıl yapmak
istediğim şeyin tiyatro olduğunu fark ettim ve tası tarağı toplayıp
İngiltere’ye gittim.
ESQ: Memur bir ailenin çocuğu olarak,
maddi anlamda böyle bir işe kalkışmak kolay olmasa gerek. Nasıl cesaret
ettiniz?
CB: Çocukluk dönemimde, sık sık şehir
değiştirmemizden midir bilinmez; ama bende, her şeye sıfırdan başlama gücü hep
vardı. Bu nedenle, herkesin girmek için çabaladığı okulumu yarıda bıraktım ve
İngiltere’ye gittim. O yaz, tesadüf eseri; Londra’nın farklı iki sokağında, iki
ayrı arkadaşımla karşılaştım. Sonrasında, birinin dayısının yanında işe girdim,
pazarda çorap sattım. Bir yandan da okula gidiyordum. Üstelik evliydim de.
Ankara’da, bir İngilizce öğretmeniyle birlikteydim ve onu da peşimden
İngiltere’ye sürüklemiştim.
ESQ: İşler umduğunuz gibi gitti mi,
İngiltere’de?
CB: Başlangıçta, zordu tabii. Fakat
sonra, her şey gayet güzel ilerledi. Birkaç arkadaşımla birlikte, Londra’nın
varoş diye tabir edilebilecek bir semtinde tiyatro kurduk. O sırada, Mehmet
Ergen’le karşılaştık ve kendisi, boş bir tekstil fabrikası bulduğunu ve burayı
tiyatroya çevirmek istediğini söyledi. Ardından, bu işe birlikte kalkışmayı teklif
etti. Böylece, “Arcola” adını verdiğimiz bir tiyatro kurduk. Her şeyi yoktan
var ettik yani. İlk iki yıl, gerçekten çok zor geçti; ama sonra, İngiltere’de o
kadar çok tutulduk ki, ödüle doymadık. Time Out İngiltere’de, “Eleştirmenlerin
Seçimi” bölümünde, hep bizim sahneye koyduğumuz oyunların haberleri yer aldı. Anlayacağınız,
hep birlikte orada, ciddi bir başarı hikâyesi oluşturduk.
ESQ: O tiyatro, hâlâ duruyor mu?
CB: Artık, orası kurumsallaştı. Şu
anda, altı çalışanımız var. Hedefimiz, o tiyatronun aynısını burada da kurup,
bu iki önemli dünya şehri arasında bir kültür
alışverişi sağlamak. Oradaki İngiliz oyuncuları buraya getirip, buradakileri
oraya götürmek istiyoruz. Hatta bu nedenle, burada, Talimhane Tiyatrosu’nu
kurduk.
ESQ: Ne oldu da İngiltere’den dönmeye
karar verdiniz?
CB: Babamın vefatıdır, benim buraya
dönmeme neden olan. Yoksa kolay kolay dönmezdim.
ESQ: Babanızla nasıl bir ilişkiniz
vardı?
CB: Ben ODTÜ’den ayrılıp İngiltere’ye
gittiğimde, ailem hâlâ okula devam ettiğimi sanıyordu. Onları, birkaç yıl, hâlâ
okuyorum diye kandırdım. Yalanım ortaya çıktığında, annem çok kızdı; fakat babam
tek laf etmedi. O, anlayışlı bir adamdı. Ve de çok komik! Babam, tam “Leyla ile
Mecnun” kafasında bir adamdı. Öyle anlarda, öyle tuhaf espriler yapardı ki… Yer
aldığım bu diziyi izleseydi, eminim çok güler ve benimle gurur duyardı.
ESQ: “Leyla ile Mecnun”un kadrosuna
nasıl dâhil oldunuz?
CB: Bu diziden önce, “Parmaklıklar
Ardında” adlı dizide, kötü karakterli gardiyan Ekrem’i oynuyordum. O rolden
sonra, bana yine o role çok benzeyen teklifler geldi. İstesem, televizyon
dünyasında, o karakter üzerinden çok rahat ilerleyebilirdim. Fakat ben, daima
aynı karakterleri oynayan oyunculara hep şaşırmışımdır. Bu nedenle, gelen tekliflerin
hepsini reddettim. Kabul etmediğim için de, aslında o sezonu kaçırdığımı düşünmedim
değil. Ta ki, bir arkadaşım, “Leyla ile Mecnun”dan bahsedene kadar. Kendimi bir
anda, bu işin içinde buldum. Şimdi, “İyi ki beklemişim.” diyorum.
ESQ: Dizi; çok ses getiren, 7’den 70’e
herkesin beğendiği, sahip çıktığı bir proje oldu. Bu kadar ilgi sizi şaşırttı
mı?
CB: Biz ilk bölümü çekerken, çok
tuhaf bir şey oldu. Ben, sanki bu günleri tahmin etmişim gibi; yönetmenimiz
Onur Ünlü’ye, “Onur, bir bakıyormuşsun bizim çok kült bir seyircimiz oluyormuş,
patlıyormuşuz.” dedim. O da “Ben de aynen öyle hissediyorum. Bu dizi, ya çok
beğenilecek ya da dibe batacağız.” dedi. Anlayacağınız, umutlarımız yarı
yarıyaydı; neyse ki dizi çok tutuldu.
ESQ: Türk seyircisi, absürt komediye pek
alışkın değil. Bu nedenle, aslında bu tür bir dizide yer almak, biraz cesaret
istemiyor mu?
CB: Hayatın kendisi risktir. Risk
almayan insanlar, başarıyı yakalayamaz. Ben, memur ailesinden gelmeme ve hatta
beni de memur yapmaya çalışmalarına rağmen, memur olmayı reddettim. Çünkü orada
risk yok. Ay sonunu bekleyen sağlamcı insanlardır, memurlar. İçimdeki karakter,
beni hep risk almaya itti. Bu nedenle, “Leyla ile Mecnun”un senaryosunu
okuduğum anda, bu işte olmak istedim. Açıkçası Türkiye’de, kuşaklar boyu mizah
dergileriyle büyümüş ve absürt esprileri dergide gören; fakat televizyonda
bunun karşılığını bulamayan bir kitlenin olduğunu biliyordum. Bu diziyle
birlikte, bu kitleyi yakalayacağımızı da… Ama umduğumdan daha fazla kitleye
hitap etmeyi başardık. Absürt komedi noktasında, baya öncü bir iş yaptık. Dilerim,
öncü olduğumuz bu yoldan yeni isimler yürür.
ESQ: Sizce, dizinin TRT’de yayımlanıyor
olmasının; diziye, daha çok artısı mı, yoksa eksisi mi oldu?
CB: Herkes tam tersini düşünüyor ama
eğer bu dizi özel kanallarda yayımlansaydı; emin olun, baştan çok veto yerdik.
TRT yönetimi, bize hiç müdahalede bulunmadı. Bugüne dek, senaryo üzerinde tek
bir değişiklikte dahi bulunmamızı istemediler. TRT; tecavüzü hikâyenin göbeğine
oturtan, daha fazla reyting yapabileceğini düşündüğü işlerdense, bu tarz işlere
daha rahat odaklanabiliyor. Bu nedenle, bence dizi iyi ki TRT’de yayımlanıyor.
ESQ: Dizide öyle bir karakteri
canlandırıyorsunuz ki; insanlar, sizin için “Öylece durduğunda bile insanı
güldürüyor.” tarzı yorumlarda bulunuyor. Bu yorumlara ne diyeceksiniz?
CB: Ben, İngiltere’den döndükten
sonra, Türkiye’de “Aşk Delisi” adlı bir oyunda rol almıştım. Hatta orada
canlandırdığım Martin karakteri ile Afife Jale Tiyatro ödüllerine aday
gösterilmiştim. O dönem, pek çok arkadaşım bana, “Sen ödüllere layık
gösteriliyorsun falan ama sahnede de aslında pek bir şey yapmıyorsun.” diyerek sitemde
bulunmuştu. Ne yazık ki insanlar, bir şey yapmamanın, aslında bir şey yapmak
olduğunu anlamıyor. Bizdeki komedi anlayışı, çok klasik biçimde, bağıra çağıra komedi
olarak algılanıyor. Oysa komedide, en vurucu anlar, sessizlikleri oynadığınız
anlardır. Yani asıl komiklik, hiçbir şey yapmamış olmakta. Bu nedenle, “Öylece
durduğunda bile gülüyorum.” denildiğinde, ben aslında orada öylece durmuyorum.
Ben, orada bir şey yapıyorum. Böyle söylediklerine göre de yaptığım şeyi doğru yapıyorum.
ESQ: Dizide ne ölçüde doğaçlama var?
CB: Neredeyse her sahnede! Hatta bazı
sahneleri, yeniden yazıyoruz diyebilirim. Birçok şey, sette gelişebiliyor.
Senaristimiz Burak Aksak, çok başarılı biri. O, bize çok sağlam bir senaryo
gönderiyor; biz de kimi zaman, o senaryo üzerinden çeşitlemelere gidiyoruz. Emin
olun, birçok efsane olmuş sahne, sette çıkmıştır.
ESQ: Mesela?
CB: “İsmail Ağabey, hooop!” repliği,
tamamen yönetmenimizin “Yahu yakın sahneleri çekmeyelim şimdi; bunlar, hep
böyle birbirine uzaktan bağırsın.” demesiyle diziye dâhil olmuş bir repliktir. Doğaçlama
konusunda başka bir örnek vermem gerekirse; son bölümlerden birindeki sufle
konusunu var mesela. Diziye, Yeşilçam oyuncuları dâhil olmuştu. Bu oyuncular,
geçmişte ezber yapmak yerine hep sufle alarak çekim yaptıkları için; çekimlerde,
ezber konusunda biraz zorlandı. Ben de, “Kardeşim, şuradan sufle verin.” dedim.
Böylece, o anda verilmiş bir kararla, bu oyunculara arkadan sufle verildi ve o
ses, diziye yansıdı. Benim oynadığım karakter de ara ara, “Nereden geliyor bu
ses?” diyerek, ortaya komik diyalogların çıkmasına neden oldu.
ESQ: Şu sıralar, herkes size gülüyor.
Peki, siz kimlere gülüyorsunuz?
CB: Haluk Bilginer ile “Sevgili
Dünürüm” adlı dizide oynamıştık. Kendisiyle, İngiltere’den de tanışıyoruz.
Benim idolümdür, Haluk Ağabey. Ona çok gülerim. Onun dışında, genç oyunculardan
da çok güldüğüm isimler var. Mesela bizim dizide İsmail Ağabey’i oynayan Serkan
Keskin de gerçekten çok komik bir çocuk. Bizim ülkemizde, senaristlerin ya da
yönetmenlerin oyunlara gidip oyuncu izleme alışkanlığı yok maalesef. Serkan
gibi keşfedilmemiş o kadar çok komedi oyuncusu var ki…
ESQ: Dizideki danslarınız için
profesyonel yardım alıyor musunuz?
CB: O dansların hepsi, benim evde
arkadaşlarıma, aileme zaten yaptığım danslar. Dolayısıyla, hayır; o dansların
da hepsi, tamamen doğaçlama.
ESQ: Biraz da setten bahsedelim. Geçmişte
bir dayak olayıyla gündeme gelmişti, “Leyla ile Mecnun” seti. Şimdi ortam
nasıl?
CB: Bazen, gülme krizlerinden dolayı
bir sahneyi çekemediğimiz anlar oluyor. Ama sonuçta, orada bir iş yapıyoruz.
Zira bir ofis içinde ne tür çekişmeler oluyorsa, aynıları bizde de
yaşanabiliyor. Beni, özellikle, sete gelen seyirciler çok mutlu ediyor. Çünkü her
kesimden seyirci sete gelip, bizi izliyor. Görüyorum ki; biz, Türkiye’nin
çimentosu gibi olmuşuz. Herkesimden insanın aynı şeye gülmesini sağlamışız.
Özellikle bakkal kapalıyken kapı altından atılan mektuplar, bunu daha net
görmemi sağlıyor.
ESQ: Neler yazıyor o mektuplarda?
CB: Hayat hikâyesini yazan da var,
“Geldik, bulamadık. Böyle bakkalcılık mı olur?” diye soranlar da! Bütün
mektupları saklıyorum. Onlar benim için çok değerli.
ESQ: Hayatı çok ciddiye alır mısınız?
CB: Hayatın en ciddi anlarında bile
inanılmaz komiklikler vardır. Hastanelerde, cenazelerde; en gülmemen gereken
yerde gülersin. Bence gülmek, güzeldir; hayatı acıklı bir hâle getirmenin,
tabiri caizse “kasmanın” bir anlamı yok.
ESQ: Diziden arta kalan zamanlarda neler
yaparsınız?
CB: Şu sıralar, eşimle bir bebek
beklediğimiz için, çok hareketli bir sosyal hayatım yok. 29 Ekim gibi, bebeğimiz
doğacak inşallah. Bu nedenle, eşimle şu sıralar, daha çok evde vakit
geçiriyoruz.
ESQ: Sizin, 21 yaşında bir kızınız daha
var. Nasıl bir babadır, Cengiz Bozkurt?
CB: Kızımla çok iyi anlaşırım. Onun
her konuda fikir sahibi olması, en çok istediğim şey. Özellikle, memleket
meselelerine kafa yormalı.
ESQ: Peki, ya sizin siyasetle aranız
nasıl?
CB: Siyaset, her zaman hayatımın bir
parçası oldu. Ailem, sosyal demokrattı. Ben de öyleyim. Henüz 13 yaşındayken,
siyasetle tanıştım ve o günden itibaren, siyaset daima hayatımın bir parçası
oldu. Hatta son seçimlerde, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nden milletvekili
adayıydım. Ben herkesin, siyaset içinde, öyle ya da böyle bir taraf olması
gerektiğini düşünüyorum. Ama kastettiğim şey, “klavye aktivizmi” değil. Onu,
pek sevmiyorum. Bu nedenle de, Twitter ya da Facebook’ta, politik şeyler
paylaşmıyorum. Benim için aktivizm, sokakta yapılan aktivizmdir; diğeri,
gösterişten başka bir şey değil.
ESQ: Son dönemdeki “savaş haberleri”yle
ilgili ne düşünüyorsunuz?
CB: Tarih, bu olayları şöyle
kaydedecek: “NATO’nun ve emperyalist ülkelerin Orta Doğu’daki kaynakları
paylaşma mücadelesi ve bu mücadele uğruna atılmış stratejik adımlar…” Yoksa
Suriye’nin kazara bomba attığı falan; bunları kimse yutmaz.
ESQ: Önümüzdeki günlerde, “Leyla ile
Mecnun” dışında başka ne gibi projelerle karşımıza çıkacaksınız?
CB: Dizinin haricinde, Osman
Sınav’ın şu sıralar gösterimde olan filmi “Uzun Yol”da rol aldım. Onun dışında,
21 Aralık’ta gösterime girecek olan “Kod Adı Venüs” adlı bir filmde de rolüm
var. Sonrasında ise, 2013 yılının sonlarına doğru, İngiltere’den bir
arkadaşımın çekeceği bir filmde rol alacağım. Kendisi, daha önce çekmiş olduğu
bir filmle Altın Portakal kazanmıştı. Anlayacağınız, önümüzdeki günler, bir
hayli yoğun geçecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder