Tanır mısınız?
Kendimi bildim bileli kitap okumama rağmen, üniversitenin son yılında tanıştığım bu muhteşem yazar, hayatımda okuduğum en çarpıcı roman "1984" ile beni kendisine hayran bırakmıştı.
Okulda postmodern roman dersinde bu kitabı okuyacağımızı öğrendiğimde, ders çıkışı kitabı gidip almış, şöyle bir başını okuyunca da, kesin sıkıcı bir kitap diye sızlanmaya başlamıştım. Oysa okulda boş bir kitabın okutulmayacağını hatırlamam gerekirdi. Nitekim okumaya başlayıp bir 15 sayfa ilerleyince elimde tuttuğum bu romanın, diğerlerinden çok farklı olduğunu anlamıştım. Sonuçta, koskoca ingilizce kitabı, iki günde bitirdim, okula gitmeye dahi üşenen ben, bu romanın analizlerini yaptığımız dersleri kaçırmadım ve bir kez daha okuduğum bölüme hayran kaldım. Hal böyle olunca da üşenmedim, kitabı size tanıtmayı bir borç bildim fakat dersten hatırladığım yorumları bir başka yazıya sakladım. Ne de olsa; her bir sayfasında yorumlanacak pek çok öğe barındıran bu kitabın analizleri en az 3 post olur. O nedenle bunları da vakit bulur bulmaz paylaşacağımı hatırlatıyor ve kitabın konusuna geçiyorum. İşte 1984...
Kitap "Big Brother is watching you!" ( Büyük Birader seni izliyor) cümlesiyle başlıyor. Başlangıçta bunun ne demek olduğunu anlayamıyorsunuz ama bir kaç sayfa sonra bu büyük biraderin, ülkede hüküm süren totaliter rejimin başı olduğunu, ülkenin her tarafında tele ekranların ve mikrofonların yer aldığını görüyor; tüm bunların ise devletin, vatandaşlara bir paranoya yaşatarak, onları suç! işlemekten alı koyma çabası olduğunu farkediyorsunuz. Burada suçun yanına bir ünlem işareti koyuyoruz çünkü Orwell'ın yarattığı bu ütopik ülkede "suç" eşittir "herşey" demek. Örneğin; cinsellik suç, aşık olmak suç, hükümet hakkında bırakın olumsuz bir yorum yapmayı, aklınızdan olumsuz birşey geçirmek dahi suç. Zaten düşünce polislerinin kol gezdiği bu ülkede, düşüncenin kendisi en büyük suç.
İşte ülkenin her yerinde Büyük Birader seni izliyor yazılı pankartların asılı olması, insanların totaliter rejimin varlığını hatırlamaları için bir uyarı niteliği taşıyor. Tele ekranlar ve mikrofonlar arasında (evlerde dahi) sürekli izlendiğini düşünerek yaşayan ve bunu düşündüğünü belli etmemeye çalışan vatandaşlarda bu nedenle büyük bir korku ve paranoya baş gösteriyor. Çünkü etrafınızdaki herkes düşünce polisi olabilir ve yaptığınız ya da söylediğiniz herşey sizi ölüme götürebilir. Devlet insanlar üzerinde öylesine bir baskı kuruyor ve insanların beynini öylesine güçlü yıkıyor ki; bir gün küçüçük bir çocuk, babasının devlet hakkında söylediği olumsuz bir söz yüzünden, onu düşünce polislerine ihbar edebiliyor.
Ülkede hakim olan rejim öylesine baskın bir hal alıyor ki; dildeki sözcük sayısı azaltılarak, insanların birşeyi farklı yollardan anlatmaları engelleniyor ve düşüncenin sınırları çiziliyor.
Ve vatandaşların hiç biri bu duruma sesini çıkaramıyor, herkes olayların farkında fakat bir zamanlar zorla doğru olduğuna inandırıldıkları şeyleri artık onlarda benimsiyor. Neden? Çünkü büyük birader onları izliyor!
İşte geçmiş olayların kaydedildiği belgeleri, kitapları ve hatta gazeteleri partinin çıkarları doğrultusunda değiştirmekle görevli bir parti üyesi olan kitabın kahramanı Winston Smith, böylesine bir düzende yaşıyor. Ve artık içten içe bu baskıdan bıkan Smith, birgün işleyebileceği en büyük iki suçu işliyor: Düşünüyor ve aşık oluyor. Sonrasında ise...
Burada kesiyorum ve tüm kalbimle size yalvarıyorum: BU KİTABI OKUYUN! :)
Sevgiler,
Z.