28 Eylül 2012 Cuma

İnsanı Sarsan Şehir: BERLİN

Geçtiğimiz ay bu günlerde, en yakın arkadaşlarımdan Miray ile birlikte Berlin'deydim... Philips'in davetlisi olarak gittiğimiz Berlin'de niyetimiz teknoloji fuarına katılmaktı... Ama biz niyeti bozduk ve...

Kendimizi gecenin bir saatinde sokaklara attık. Berlin saat 23.00'den itibaren görüp görebileceğiniz en tenha şehre dönüşüyor. Ya da biz yanlış yerlerde dolandık bilemiyorum, fakat İstanbul'un her saat hareketli sokaklarını düşünüp bu durumu pek garipsedik... 






Yine de erken saatte otele dönmek içimize sinmedi. 25 yaşındaydık, çok yakın arkadaştık ve evimizden, ailemizden uzaktaydık. Anlayacağınız, sokaklar tenha da olsa Berlin'in tadı çıkarılmalıydı, çıkardık. 


Önce- Sonra


                                                                                           
Sadece içki ve kahve içmedik tabii... Bolca yemek de yedik. Hatta biraz fazla yedik...







Tüm bu yemekleri aşağıda göreceğiniz tarzda inanılmaz şirin atmosferi olan ve dünyanın en güleryüzlü çalışanlarına sahip olduğunu düşündüğüm restoranlarda yedik.




Yediğiniz içtiğiniz size kalsın bize gördüklerinizi anlatın diyenler için devam edeyim; Berlin gerçekten insanı sarsan bir şehir. Şehrin her tarafında İkinci Dünya Savaşı'nın ve Nazi'lerin Yahudileri katledişinin izlerini bulabilirsiniz. Mesela şehrin merkezinde karşınıza  katledilen Avrupalı yahudiler için yapılan anıt çıkıyor. Anıt dediğime bakmayın; burası değişik boyutlarda ve yüksekliklerde 2711 adet beton bloktan oluşan  bir labirent. 






Yer bir yükselip bir alçalıyor. Sütunların boyları ise içerilere doğru gittikçe çok ama çok yükseliyor. Almanlar bu labirenti bir nev-i Yahudilerden özür dilemek için yaptırmışlar. Soykırım, savaş, işkence gibi özellikle de mağdurları tarafından kelimelere dökülmesi çok zor olan olayları, sonraki kuşaklara aktarmadaki etkili yollardan birinin, doğrudan bedensel alışkanlıkları alt üst eden ve böylece “ortak” bir hafızayı da tetikleyen fiziksel deneyimler olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu labirent de insana bunu yaşatıyor. İnsanların o dönem katledilen insanların neler hissettiklerini az da olsa anlamalarını sağlamak amacıyla yapılmış. Zaten ziyaretçiler, labirenti andıran beton dikdörtgenlerin arasında gezindikçe klostrofobik bir deneyim yaşıyor, “korku ile karışık bir huşu duygusu içinde bir nevi nutuk tutulması yaşadıklarını” ifade ediyorlar. Emin olun, ben de bu hissi yaşadım. Berlin insanı sarsan bir şehir, size söylemiştim...

Gelelim Berlin'deki bir başka sarsıcı noktaya... Checkpoint Charlie ( Charlie'nin Kontrol Noktası)




Bu nokta Berlin Duvarı'nın geçiş noktası... Bu geçiş kapısı sadece müttefik askerleri, büyük elçiler, bu kişilerin aileleri, yabancılar, Federal Almanya'nın Demokratik Almanya'daki temsilcileri, çalışanları ve Demokratik Alman üst düzey yöneticileri tarafından kullanılabiliyormuş. Yukarıdaki fotoğraf sizin de tüylerinizi ürpertmedi mi?

Gelin o zaman Berlin'in neşeli taraflarını keşfetmeye devam edelim...


Berlin'in maskotu :)

Meşhuuuur Sony Center




Çiçekçi değil bir kafenin girişi :)


Dev Berlin haritası ve şehirde mutlaka keşfetmeniz gereken yerleri gösteren dev toplu iğneler... Bence çok yaratıcı! 





Berlin'e gidip de Berlin Katedrali'ni görmeden olmaz. Onu da gördük, hatta devasa büyüklükteki bu katedralin en tepesine çıkıp manzarayı da keşfettik. 


Kilisenin 1900 yılındaki hali.

Ve şimdiki hali...






Katedral İkinci Dünya Savaşı'nda oldukça hasar görmüş ve  daha sonradan restore edilmiş. Katedralin hasar gören parçaları ise yine katedral içerisinde bir yerde sergileniyor. Anlayacağınız adamlar tarihine sahip çıkıyor. İşte bu da o parçalardan biri..



Demem o ki; Berlin insanı derinden sarsan ama bir o kadar da içine alan bir şehir. Yolunuz düşsün ya da düşmesin bu şehri mutlaka görün derim. Tabii benim kadar kısıtlı zamanınız yoksa özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın etkilerini daha derinden hissedebileceğiniz müzeleri de gezmeyi ihmal etmeyin. Şahsen ben, günün birinde yolum yeniden Berlin'e düşerse öyle yapacağım...

Ve sanırım bunu yine Miray'la yapacağım:)




Herkese Sevgiler,
Z.



26 Eylül 2012 Çarşamba

EVREN, SENİNLE KONUŞACAKLARIMIZ VAR!

Kimisi şöyle der;

"Çok istediğin bir şey ancak onu beklemeyi unuttuğunda gerçekleşir. Bu evrenin sana sen bakarken soyunamıyorum deme şeklidir."

Kimisi de şöyle söyler;

"Eğer bir şeyi çok istiyorsan üzerinde yoğunlaş, hatta oturup istediğin şeyi detaylıca betimleyerek kağıda dök, sürekli onunla ilgili hayal kur, evrene mesaj yolla."

Hangisi daha mantıklı?

Ben küçüklüğümden beri bir şeyi çok isteyince olmazmış gibi düşünürüm. Sanki vazgeçtiğim an, o çok istediğim şey gelip beni bulur.

Düşünüyorum da; bugüne dek hayatımda çok isteyip elde ettiğim sadece iki şey var: Üniversiteyi kazanmak ve dergici olmak.

Onun dışında çok isteyip de neyi elde ettim, hatırlamıyorum. Belki gerçekten çok çok pahalı bir iki ayakkabı, bir de çanta...



Şimdilerde çok istediğim bir şey daha var. Ama ben kararsızım, istemiyormuş gibi mi yapmalıyım; yoksa evreni karşıma alıp istediğim şeyi açık açık anlatmalı mıyım, bilemiyorum... Aslında bu evrene mesaj gönderme meselesi, düşünce gücüyle istediğin şeyi kendine doğru çekmek gibi bir şey sanırım... Yine de size de hep, düşünmeyi bıraktığınız anda bazı şeyler gerçekleşiyormuş gibi gelmiyor mu?

Böyle de kararsız bir insanım işte, tam dayaklık...

Yine de aranızda şu secret teorisi ile ilgili kitapları okumuş olan varsa bana yardımcı olsun lütfen.

Yoksa evrene belli etsem mi yoksa umurumda değilmiş gibi mi davransam derken istediğim şeyi kaçıracağım. 

Sonra işin yoksa haydiiii yeniden bir şeyi çok iste falan. Vallahi bunu da kaçırırsam uğraşamam:)

Herkese sevgiler,
Z. 










21 Eylül 2012 Cuma

ESKİ SEVGİLİNİN YENİ SEVGİLİSİ

Çok yakın bir arkadaşım var.

Güzel, akıllı, komik, başarılı...

Benim gözümde dört dörtlük anlayacağınız...

Arkadaşım bir süre önce sevgilisinden ayrıldı, kısa süre sonra da delicesine aşık olarak yeni bir adamla çıkmaya başladı.

Birbirlerini çok seven bu çifte bizler de bayıldık, çok yakıştıklarına ve bu yeni çocuğun harika bir adam olduğuna karar verdik. Hem arkadaşımızı da çok mutlu ediyordu.

Sizin anlayacağınız her şey pek şahaneydi.

Sonra bir gün arkadaşım yanıma geldi ve eski erkek arkadaşının yeni bir kızla çıkmaya başladığını söyledi. Üzülmüş müydü; hayır. Kıskanmış mıydı; kesinlikle hayır.

Peki neydi onun moralini bozan şey?

Eski sevgilinin yeni sevgilisinin kendisi hakkında atıp durduğu tuhaf tweet'ler...

Kızın attığı tweet'lere bakılırsa arkadaşım kötü kalplinin tekiydi, mutluluk pozları verip duruyordu ama mutlu falan da değildi... Yine kızın tweet'lerine bakacak olursak, arkadaşım aslında ayrıldığı erkek arkadaşını hala seviyor, yeni sevgilisiyle de sırf inat olsun diye çıkıyordu.

Sizin anlayacağınız arkadaşım her şeyden habersiz bir şekilde yeni sevgilisiyle mutlu mesut yaşarken, bu yeni kız onu deliler gibi takip etmiş, onu hiç tanımamasına rağmen kendi kendine abuk subuk tweet'ler atmış, arkadaşım da bunları fark edince haliyle üzülmüştü...

Arkadaşım "Ben kötü bir insan mıyım Zeynep?" diye sordu. "Neden oturup benimle uğraşmış bu kız?"

"Hayır" dedim. "Sen sadece ondan daha güzel, daha başarılı, daha akıllı ve daha komiksin."

"Ve o seni kıskanıyor." 

Hepsi bu....

Yeni sevgilinin eski sevgilisi her zaman kıskanılır. Kural budur, değişmez. Oysa unuttukları bir şey var; bir kadın bir erkeği terk etmişse artık onu sevmiyor demektir. Aksi olsa terk etmezdi zaten değil mi?

O zaman bu yeni sevgilinin eski sevgiliyi kıskandırmak için gösterdiği çabalar niye?

Ben cevap vereyim; çünkü siz daha güzel, daha başarılı, daha akıllı ve daha komiksiniz.

Çünkü siz onun şuanda aşık olduğu adamı beğenmeyip terk ettiniz.

Cevap bu kadar basit.

Sevgiler,
Z.






20 Eylül 2012 Perşembe

Koşmak İçin Bahaneniz Var mı?


"Koşuyorum, çünkü erkek arkadaşım şuan sporda!"



Geçtiğimiz günlerde Nike bize "Sizin koşmak için bahaneniz nedir?" diye sordu, ben de bahane duvarına yukarıdaki cevabı yapıştırdım. Gerçekten de şu sıralar erkek arkadaşım deli gibi kendini spora adamışken benim de bir şeyler yapmam gerekiyordu, ne yapayım :)

Ama durun, burada asıl konu benim neden koştuğum değil. Ortada çok daha önemli bir konu var. Nike, dünya üzerindeki 32 ülkede gerçekleştirilen “Nike Run” koşuları kapsamında, bahaneleri geride bırakıp koşmak isteyen herkesi, 7 Ekim’de İstanbul Bağdat Caddesi’nde yapılacak 5 km’lik Run İstanbul koşusuna davet ediyor. Kayıt için alınan her 10 TL, Nike tarafından ikiye katlanarak 20 TL oluyor ve toplanan tüm para, Türkiye Atletizm Federasyonu’nun Atletizmi Geliştirme Projesi’ne aktarılıyor.

Sizin anlayacağınız koşmak için benden daha geçerli bir bahaneniz var:) 

Bu arada hatırlatayım; koşuya katılacaklar, Nike tarafından hazırlanan, içinde tişört, performansı ölçen çip gibi ürünlerin bulunduğu özel koşu paketine de sahip oluyor.

www.runistanbul.com adresinden ön kayıt yaptırabilirsiniz! Haydi ne duruyorsunuz, doğruuu koşmaya! 







10 Eylül 2012 Pazartesi

En İyi Arkadaşım Evleniyor!

Hepinizin birlikte büyüdüğü birileri vardır.

Daha küçücükken, minicikken tanışmışsınızdır.

Birlikte Ayşegül kitapları okumuşsunuzdur. Minik minik oyuncak tencerelerle tavalarla evcilik oynamışsınızdır.

Birlikte lastik atlamışsınızdır mesela. Aynı kişiye aşık olmuşsunuzdur ama çocuk hanginizden hoşlanmışsa aradan çekilmeyi bilmişsinizdir. Çocuk aklı işte, hemen siz de başkasını bulmuşsunuzdur.

Barbie'lerinize elbiseler dikmişsinizdir. Birlikte şarkıcılık ya da öğretmencilik oynamışsınızdır.

Aynı ilkokula kayıt yaptırmış, aynı sırayı paylaşmışsınızdır. O size matematikte yardım etmiştir, siz de ona Türkçe'de...

Okulda bitlenmişsinizdir, ama siz o kadar yakın iki arkadaşsınızdır ki anneleriniz ayrı yatın dese de yatmamışsınızdır. Diğerinize o bitin geçeceğini bile bile küçücük bedenlerinizle birbirinize sarılıp, öyle uyumuşsunuzdur.

Birlikte bileklikler yapıp sokakta satmış, ileride çok büyük iş kadınları olacağız diye hayaller kurmuşsunuzdur.

Bir defteriniz vardır; o defter bir hafta sizde kalır bir hafta onda... Görüşemediğiniz zamanlarda neler yaptığınızı yazmak içindir o defter. İleride yaşlandığınızda içindekileri okuyup gülmek için...

Sonra biraz büyürsünüz. Ölümler yaşanır onun ailesinde ya da sizde. Siz hep yan yana, dipdibe olursunuz.O kötü günleri de birlikte atlatırsınız.

Aranızda asla üçün beşin hesabı olmaz. Her şeyi olduğu gibi, paranızı da paylaşırsınız.

Gözlerinizle konuşmak en büyük yeteneğinizdir. Hiç sözcüklere gerek kalmamıştır anlaşmanız için, bir bakışınız yetmiştir.

Ve bir gün ona evlenme teklifi edilir, o da kabul eder. Hayatınızda yepyeni heyecanlar başlamıştır. Sizin küçük dostunuz büyümüş, parmağında tek taşıyla kocaman bir kadın olmuştur.

"Bayramda ne kadar harçlık toplarız acaba?"dan tutun da "Hangi üniversiteye gireceğiz?" gibi çocuksu heyecanların yerini bambaşka şeyler almıştır. Evliliğe doğru ilk adımını atacaktır kardeşiniz. Haliyle siz de heyecanlısınızdır.

Günler süren heyecanlı bekleyiş, zil çalıp da damat tarafı gelince doruğa ulaşır. Son bir kez saç baş düzeltilir, tanışma faslı geçilir, kahveler pişirilip dağıtılıp içilir.

Sonra derinlerden bir yerden iki kelime duyulur: "Verdim gitti."

O anda göz göze gelinir, yine gözler konuşur ve gözlerinizden, sevdiği adamla mutluluğa doğru adım atan kardeşiniz için iki damla yaş süzülür. Gerisi bildik şeyler işte; yüzükler takılır, pasta kesilir, gençler tebrik edilir.

Bir dönem sona ermiştir. Artık o, iki kişidir. Ama o iki kişinin yanında hep bir yeriniz vardır, bundan eminsinizdir.



Duygu ve Gökhan; hep çok çok mutlu olun emi?

İkinizi de çok seviyorum!

Z.